O gün, babam izin verse, kardeşimle
birlikte oraya, sokağın başına gidecektik. Davul zurna sesi
salonumuza kadar geliyordu. Babam elindeki gazeteyle yine kavga
etmeye başlamıştı. Ne zaman sinirlense, gazetenin sayfalarını
yırtarcasına çevirir, arada bir de dizlerine vururdu. Ne ben, ne de
kardeşim,onun bu hareketlerini gördükten sonra, gitmekte ısrar
edemezdik. Bizim bir şey görmek istediğimiz yoktu. Sokağın başına
gitmekteki amacımız, evde bize yasaklanmış olan koladan başka ne
olabilirdi ki? Ahmet, Hasan, Deniz ve diğerleri, kim bilir kaçıncı
bardakları götürmüş, bi daha sıraya girmişlerdi. Hele Hasan, beleş
kolayı bulunca patlayıncaya kadar içerdi. Nasılsa gidemeyecektik,
yavaşça pencereyi araladım. Başımı biraz uzatırsam yeni açılan
marketin önünü görebilecektim. Ayaklarımın ucunda yükselirken
babamın gürlemesini işittim.
-Cemil ! Kapat camı, otur
aşağı.
Oturdum, babama baktım. En çok
bakışlarından korkardım. Bakışları onu ele verirdi; şakadan mı,
yoksa gerçekten mi kızıyor anlaşılırdı. Yüzünü, gözlerini göremedim,
gazetenin içine gömülmüştü.
Salonda gazete sayfalarının
haşır huşur sesleri, mutfakta tabak çanak sesleri ne kadar sürdü
anımsamıyorum biz koladan umudu kesmiş, öylece oturuyorduk.
Kardeşimi bilmem ama ben anlamlı bir yalan hazırlamaya
çalışıyordum. Ertesi gün sokağa çıkınca, Hasan ya da diğer
çocuklardan biri ballandıra ballandıra ne kadar çok kola içtiklerini
anlatacaklardı; ya ben. Babam göndermedi, desem yine kızdırırlardı;
''çikolata çocuğu, çikolata çocuğu'' diye. En güzel yalanı
bulmuştum; kardeşimin yaş günü olduğunu, bu yüzden evden
çıkmadığımızı, zaten yeterince de kola içtiğimizi söyleyecektim.
Babam gazeteyi katlayıp masanın üzerine fırlattıktan sonra, bize:
-Buraya gelin, yaklaşın
çocuklar, dedi.
Kardeşimle birlikte kuşattık
babamın oturduğu koltuğu. Babamın, barış imzalamak için, bizi yine
parka, sinemaya ya da çocuk tiyatrosuna götüreceğini düşünmüştüm
ama, yanılmışım. Babam; beni dinleyin çocuklar, diyerek anlatmaya
başladı:
''Yıllar önce sokağın başında,
şimdiki büyük marketin .yerinde, küçük bir bakkal vardı. Küçük ama
şirin. Ne zaman açılmıştı, kim açmıştı, açılışında kola ya da başka
bir şey dağıtmışlar mıydı, bilmiyorum.''
Babam, kola ya da başka bir
şey derken gülümsemişti. ''Bildiğim, o bakkalı Bülent Abinin
işlettiğiydi. Yalnızca benim değil, bu sokaktaki tüm çocukların
abisiydi o. Bakkalın önünü süpürür camları siler, ona yardım
ederdik. İşte o zaman bize soğuk bi gazoz verir, 'Çocuklar,
çalışmadan, hak etmeden, emek vermeden elde edilen hiç bir şeyin
kıymeti olmaz, eğer birisi size karşılıksız bir şey veriyorsa,
sizden daha çoğunu alacaktır' derdi. Sanırım sizi neden açılışa
göndermediğimi anladınız, değil mi?''
Babamı anlamamış, ona bakmakla
yetinmiştik. Yanıt almak için bir süre beklemiş, bizim
suskunluğumuzu görünce kaldığı yerden sürdürmüştü konuşmasını.
''Neyse, zamanla
anlayacağınızdan kuşkum yok. O günlerin benim için unutulmaz anlam
ve anıları vardır. Bizim, yani bu sokağın çocuklarının, ikinci okulu
o bakkaldı. Bülent Abi işler azalınca koltuk değneklerine dayanarak
kapının önüne çıkardı. Bizler duvarın dibindeki sekiye sıralanır,
merakla onun anlatacaklarını beklerdik. O, karşımızda değneklerinin
desteğiyle ayakta durur anlatmaya başlardı. Her gün bir başka şeyden
bahsederdi. Bir gün Dünya Savaşı'ndan, bir başka gün dünyanın
oluşumundan. Evlerimize gitmek gelmezdi içimizden. Bazen de okulda
anlatılmayan şeyleri anlatırdı bize. Kocaman siyah gözler pırıl
pırıl ışıldarken, bakışları sanki yüzlerimizi okşardı. Kimi zaman
içimizden birine değneğinin ucuyla dokunur; ''Canavar, söyle
bakalım, bu Hitler de kimmiş?'' diye sorardı.
Kardeşim tam da burada babamın
sözünü kesmiş;
-Değneğiyle size dokununca
düşmez miydi? diye sormuştu.
Babam anlatacaklarının bir
bölümünü unutmuşçasına duraksamış ve yeniden, kardeşimin sorusunu da
yanıtlayarak, anlatmaya devam etmişti.
Değnekle bize dokununca düşse,
bu hareketi bir kez deneyebilirdi, öyle değil mi? Elbette düşmezdi,
Bülent Abi 'nin bir ayağı tutmazmış -annem anlatmıştı- çıkıkçı Kazım
Efendi 'yarım etmiş'miş. Neyse, devam edelim. Bülent Abi, bize
okumamız için kitaplar da verirdi. Hiç unutmam, okuduğum ilk romanı
o vermişti. Bakkalda, akide şekerlerinin olduğu rafın arkasına bir
bölme yapmıştı; renk renk şekerler, çeşit çeşit kitapların bulunduğu
küçük kitaplığı gizliyorlardı.
Bülent Abi, okuduğumuz her
kitap için bir avuç akide şekeri ya da sarı leblebi vermeyi ihmal
etmezdi. Sarı leblebinin yanında, eğer paramız da varsa, birer şişe
gazoz alır sekiye otururduk. Gazoz şişesine doldurduğumuz
leblebilerin etrafında oluşan kabarcıkları seyreder, oyalana oyalana
içerdik gazozlarımızı. Ne zaman o sekide gazoz içsem, okuduğum
kitabın kahramanının bir köşeden beni izleyip gülümsediğini
görürdüm. Bülent Abi 'canavar, neden karşında bizim göremediğimiz
biri varmış gibi gülümsüyorsun?' diye kaç kez sormuştu da, çocuklar
benimle dalga geçerler diye utanmış ve 'hiç' demiştim.
Kimi günler toptancı mal
getirdiğinde yardıma koşardık. Severek taşırdık; top top kumaşları,
çuval çuval şekerleri, kutu kutu bisküvileri.. En çok çiklet
paketlerini taşımak için yarışırdık birbirimizle. İçlerinden artist
ya da Türk büyüklerinin resimleri çıkardı çikletlerin, bizden küçük
çocuklara aldırırdık. Sokağın kuytularında bir çeşit kumar oynar, bu
resimleri birbirimizin elinden almaya çalışırdık. Bülent Abi,
zabitin oğlu İlhan'ın okuduğu kitabın arasında bir resim
yakalayıncaya kadar sürmüştü o kuytulardaki kumarımız. Bülent Abi;
'bir daha asla kitap vermem ve sizinle de sohbet etmem' diyerek
bizlerden 'oynamama ' sözü almıştı.''
Kardeşimle göz göze geldik,
ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk. Acaba babamız yataklarımızın
altındaki patates cipsi paketlerini ve kola açma halkalarını
yakalarsa, bizi neyle korkuturdu? Sanki biz hiç oynamıyormuşuz gibi
babama;
-Nasıl oynardınız baba? diye
sordum.
Babam:
Ya, alt üst yapardık, hangi
numara büyükse o kazanırdı, ya da bir kapının, duvarın, boyumuza
gelen yerinden uçururduk kartları. Kimin kartı yerdekinin üzerine
düşerse o kazanırdı. Ha! Tek mi çift mi de oynardık.''
Biz de kardeşimle, hemen
hemen aynı şekilde oynuyorduk ama, hep ben kazanıyordum...
'O günden sonra ne çiklet
aldık, ne de oyun oynadık. Bakkala inen malların taşınması bitince
sekiye oturur, bisküvilerimizin arasına birer lokum sıkıştırır,
bitecek korkusuyla küçük küçük ısırarak yerdik. Lokumlu bisküvileri
mideye indirdikten sonra malların raflara yerleştirilmesine
başlardık. Gücümüzün yetmediği çuvalları Bülent Abi tek koluyla
kaldırır, ayağını sürüye sürüye taşırdı. Onun kadar güçlü kollarımın
olmasını ister, ben de çuvallara yapışırdım, ama kımıldatamazdım.
Bakkalın rafları dolunca
içimizi bir sevinç kaplardı; Bülent Abi daha çok para kazanacak ve
takma ayak yaptıracak, diye sevinirdik. Kimden duymuştuk bilmiyorum.
Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerde takma ayak yapıldığını
öğrenmiş, üç arkadaş, harçlıklarımızdan bir kısmını bu iş için
ayırmaya başlamıştık. Olur ya, Bülent Abi 'nin parası denk gelmezse
ona destek olacaktık. Bir kiloluk yağ tenekesini, kumbara olarak
kullanıyor, Mustafaların bahçesinde saklıyorduk.''
Kardeşimle yeniden göz göze
geldik. Atari salonu ya da hamburger için gizli gizli para
biriktirdiğimizi bilse,babam ne yapardı ?
Kardeşim heyecanla sordu:
-Bülent Abi'ye ayak takıldı
mı?
Babam kardeşimin saçlarını
okşarken, gözlerinde bir duygu sağanağı oluşmuş, sırası geldiğinde
anlatacağım yavrum, diyerek kaldığı yerden sürdürmüştü konuşmasını.
''Bakkalın her köşesinde ayrı
ayrı kokular; çivilerin bulunduğu yerden pas kokusu, gaz lambaları
ve şişelerin durduğu raftan ince bir gaz kokusu yayılırdı.
Kumaşlardan ise, renklerine göre, ten kokuları gelirdi burnuma.
Bülent Abi bana kumaş kesmeyi öğretmişti. Kumaş topunu tezgahın
üzerine atar, pat pat çevirir, ağaç metreyle ölçerdim. Bir kaç kez
eğri kestimse de, sonunda makası takıp sürmeyi başarmıştım. Fakat,
tülbent kesmeyi, çok uğraştımsa da, Mustafa kadar elime
yakıştıramadım. Tütün kokusuna dayanamaz, Bülent Abiye çaktırmadan
sigara paketlerini koklardım. Paketleri raflara yerleştirmek ayrı
bir zevkti. Kutulu Yenice ve Gelincik, jelatinli Bafra, Birinci ve
İkinciler bana oyuncak gibi gelirdi. Terazide bir şeyler tartmak,
kasada para alıp vermek severek yaptığımız işlerdendi.
Bir gün yeni gelen malları
yerleştirmiş, etrafı temizlemiştik. Sekide oturup, lokumlu
bisküvilerimizi yiyiyor, bir yandan da Bülent Abinin okuduğu
şiirleri dinliyorduk. Okuduklarını anlamasak bile, sesindeki heyecan
bizleri coşturuyordu. Kimi şiirleri sevgilisine okur gibi, yumuşak
bir tonda, kimisini de haykırarak okuyordu. Ara sıra değneğinin
birini sallarken siyah uzun saçları da tel tel titriyordu.
Günlerden pazardı. Bazı
evlerin pencerelerinden Bülent Abi 'yi dinlemek için, her zaman
olduğu gibi, sarkanlar vardı. Bülent Abi, kendini izleyen insanlara
aldırmadan, elindeki kitaptan şiirler okumaya devam ediyor, arada
bir 'sizi sıkmıyorum ya, çocuklar' diyerek gülümsüyordu. Bir yaprak
çevirip yeni bir şiire başlamıştı. Değneğini havaya kaldırdı, kolu
öylesine gergindi ki, damarlarının yerinden fırlayacağını sandım. 0,
kolunu yukarı kaldırdı ve sustu. Kolu bir an için havada asılı
kalmıştı. Gözlerindeki ışıltı yavaş yavaş sönerken, kolu da ağır
ağır indi. Üzerimizden, sokağın girişine kayan bakışlarında; korku
ve endişe vardı. Ben ve arkadaşlarım; Mustafa, zabitin oğlu İlhan,
oturduğumuz yerden sokağın girişine baktık. Cüsse ve yaşları Bülent
Abiden daha büyük olan beş kişi geliyordu. Bülent Abi, kitabı
kapatıp, koltuk değneklerinin üzerine iyice yerleşti. Onun duruşu,
bakışları, bizleri de endişelendirmişti. Dizlerimizle birbirimize
vurarak anlaşılmaz bir iletişim kurmaya çalıştık ama, başarılı
olamadık. Endişelerimiz korkuya dönüştüğünde, iriyarı adamlar
bakkalın önüne gelmişlerdi bile. Bülent Abi sırtını bize döndü.
Sokaktaki sessizliği Bülent Abinin koltuk değneklerinden sonra sesi
izledi; 'Buyrun! Birini mi aradınız?' dedi sertçe. Ortalık yeniden
sessizleşti; adamlar bıyık altından gülüyor, alaycı bakışlarla onu
süzüyorlardı. Birdenbire oluşturdukları çemberi bir adım daha
daralttılar. İçlerinden diğerlerine göre kısa boylu olanı, Ona
dokunacak kadar yaklaştı. İki horoz gibi karşılıklı duruyorlardı.
Asker tıraşlı, yılan bıyıklı, sağ yanağında derin bir yara izi olan
adam, Bü1ent Abinin elinden kitabı çektiği gibi bir adım geriledi.
Biz, neredeyse duvara yapışmış, titriyorduk. Yılan bıyıklı adam
kitabın yapraklarını tiksintiyle çevirirken, 'ulan topal! şu haline
bakmadan çocukların beyinlerini mi yıkıyorsun?' dedi. Bülent Abi
değneklerinin üzerinde dikleşti; 'arkadaş ne demek istiyorsun, hem
ben sizleri de tanımıyorum ' dedi. İçlerinden en iriyarı olanı;
'topal Bülent, yakında tanırsın ' diyerek söze karıştı ama, yılan
bıyıklının işaretiyle sustu. Çember iyice daralmıştı. 'Bir daha öyle
kitaplarla gençlerin beyinlerini yıkadığını görürsem, işte böyle
bacaklarını ayırırım' diyerek kitabı ikiye böldü, Bülent Abinin
önüne fırlattı. Kitap, yapraklarının üzerinde bir kaç kez yaylandı
ve tozların içine yüzüstü yığılıp kaldı. Bülent Abi koltuk değneğine
davranmıştı ki; yılan bıyıklı adamın tekmesi, değneği söküp attı
Bülent Abinin elinden. Mustafa, Bülent Abinin sağ yanına destek
olmak için yerinden fırladı ama, çam yarması adam onu yakaladığı
gibi ayaklarını yerden kesti. Mustafa'nın kasap çengelindeki
koyundan tek farkı, çığlık çığlığa çırpınmasıydı. Zabitin oğlu
İlhan, o kargaşada toz olmuştu. Bende korkudan kaçacak kadar da
cesaret yoktu, kalakalmıştım olduğum yerde. Bülent Abi, Mustafa 'yı
tutan adama; 'bırak onu' diye bağırırken, yılan bıyıklı adam sol
koltuğunun altındaki değneğe de bir tekme indirdi. Ağlamaktan başka
şey gelmiyordu elimden, gelse de adamlar engel olacaklardı. İkinci
değneği de kaybeden Bülent Abi, bir süre sol ayağının üzerinde
kalmaya çalıştı. Bir yaprak gibi titriyor, düşmemeye çalışıyordu
ama, döşüne inen bir yumrukla kıç üstü yere düştü. Güçlü kol1arının
üstünde doğrulmaya çalıştıysa da, kafa, göz demeden peş peşe inen
tekmeler onu yere serdi. Ağlayarak üzerine kapanmaya çalıştım.
Ayaklarımın yerden kesildiğini farketmemiştim bile. Bülent Abi
kol1arıyla başını siper etmeye, adamların ayaklarını yakalamaya
çalışıyordu. İki adam Mustafa 'yla beni tutarken, üçü de yerde
savunmasız yatan Bülent Abiyi küfürlerle bağıra çağıra ;
tekmeliyordu. Ben ağlarken, Mustafa durmaksızın adamlara küfrediyor,
kendini tutan adama diş geçirmeye çalışıyordu. Bülent Abi bir çuval
gibi yığılıp kalana kadar vurdular. Komşulardan gelenler olmuştu
ama, iş işten geçtikten sonra. Adamlar kaçmadan, sanki oradan
geçiyorlarmış gibi yürüye yürüye çıkıp gittiler sokağımızdan.
Mustafa'yla arkalarından, taş attık ama isabet ettiremedik.
Bülent Abi'nin üstü başı toz
içinde kalmış, bumu kanarken, 'köpekler, köpekler... ' diye
söyleniyordu. Yaprakları sağa sola savrulmuş kitabı yerden toplayıp,
gizli yerine koydum. Komşular Bülent Abiyi evine, bakkalın üst
katına çıkardılar.
Ertesi gün, okul dönüşü
uğradık Bülent Abiye, yatıyordu. 'Korkmayın çocuklar bir şeyim yok,
iyiyim' dedi. Yüzündeki birkaç sıyrığın, morluğun dışında
kaburgalarında ezik olduğunu, on beş güne kalmadan bakkala ineceğini
söyledi.
Günler çabuk gelip geçmiş,
okullar tatile girmişti. Boş zamanlarımın çoğunu bakkalda, Bülent
Abinin yanında geçiriyordum. Ara sıra Mustafa da geliyor, yardım
ediyordu bize. İlhan, okullar tatile girince başka bir kente
gitmişti. Zaten olaydan sonra da bakkala hiç gelmemişti.
Sıcak bir yaz günüydü. Sekinin
üzerine küçük bir gölgelik yapmıştık. Mustafa'yla sekide oturmuş
Bülent Abiyi dinliyorduk. Sokağın başında siyah bir otomobil
belirdi. Yavaş yavaş bize doğru ilerleyen otomobilin camları da
siyahtı. Öyle ki; içerisi görünmüyordu. Merakla kalktık sekiden.
Bülent Abi de susmuş bekliyordu.
Otomobil otuz kırk metre
uzakta durdu. Motorun sesi bir artıp bir azalıyor, yeri eşeleyen bir
boğayı andırıyordu. Birkaç kez tekerleri zorlayıp yaylandı... Ve bir
ok gibi fırladı durduğu yerden. Bülent Abi değneklerine yüklendiyse
de...''
Babam başka şeyler söylemek
ister gibiydi. Sustu. Üzgündü. Koltuktan kalkıp, gazetesini aldı.
Odasına giderken:
-Bülent Abi ölünce annesi de
çekip gitti buralardan, dedi.
Bir sabah okula giderken, yeni
açılan marketin önünden geçiyordum. Basamakların önünde, markette
çalıştıkları giysilerinden anlaşılan insanlar bekliyorlardı. Kendi
aralarında şakalaşıp gülüşürlerken, içlerinden biri:
-Hişt, hişt! Geliyor, geliyor,
diyerek uyardı arkadaşlarını.
Kravatlarını düzeltip,
ceketlerini düğmelediler. Son model otomobil marketin önünde durdu.
Sanki, babam günler önce anlattıkları tekrarlanacaktı.
Otomobilden inen takım elbiseli adam, kendisini karşılayanlara
gülücükler dağıtırken, sağ yanağındaki derin yara izi yılışık bir
ağız gibi gerilmişti.
|