Bülent Abi (Erhan Pınarbaşı)
 

O gün, babam izin verse, kardeşimle birlikte oraya, sokağın  başına gidecektik. Davul zurna sesi salonumuza kadar geliyordu. Babam elindeki gazeteyle yine kavga etmeye başlamıştı. Ne zaman sinirlense, gazetenin sayfalarını yırtarcasına çevirir, arada bir de dizlerine vururdu. Ne ben, ne de kardeşim,onun bu hareketlerini gördükten sonra, gitmekte ısrar edemezdik. Bizim bir şey görmek istediğimiz yoktu. Sokağın başına gitmekteki amacımız, evde bize yasaklanmış olan koladan başka ne olabilirdi ki? Ahmet, Hasan, Deniz ve diğerleri, kim bilir kaçıncı bardakları götürmüş, bi daha sıraya girmişlerdi. Hele Hasan, beleş kolayı bulunca patlayıncaya kadar içerdi. Nasılsa gidemeyecektik, yavaşça pencereyi araladım. Başımı biraz uzatırsam yeni açılan marketin önünü görebilecektim. Ayaklarımın ucunda yükselirken babamın gürlemesini işittim. 

          -Cemil ! Kapat camı, otur aşağı. 

          Oturdum, babama baktım. En çok bakışlarından korkardım. Bakışları onu ele verirdi; şakadan mı, yoksa gerçekten mi kızıyor anlaşılırdı. Yüzünü, gözlerini göremedim, gazetenin içine gömülmüştü. 

          Salonda gazete sayfalarının haşır huşur sesleri, mutfakta tabak çanak sesleri ne kadar sürdü anımsamıyorum  biz koladan umudu kesmiş, öylece oturuyorduk. Kardeşimi  bilmem ama ben anlamlı bir yalan hazırlamaya çalışıyordum. Ertesi gün sokağa çıkınca, Hasan ya da diğer çocuklardan biri ballandıra ballandıra ne kadar çok kola içtiklerini anlatacaklardı; ya ben. Babam göndermedi, desem yine kızdırırlardı; ''çikolata çocuğu, çikolata çocuğu'' diye. En güzel yalanı bulmuştum; kardeşimin yaş günü olduğunu, bu yüzden evden çıkmadığımızı, zaten yeterince de kola içtiğimizi söyleyecektim. Babam gazeteyi katlayıp masanın üzerine fırlattıktan sonra, bize: 

          -Buraya gelin, yaklaşın çocuklar, dedi. 

          Kardeşimle birlikte kuşattık babamın oturduğu koltuğu. Babamın, barış imzalamak için, bizi yine parka, sinemaya ya da çocuk tiyatrosuna götüreceğini düşünmüştüm  ama, yanılmışım. Babam; beni dinleyin çocuklar, diyerek anlatmaya başladı: 

         ''Yıllar önce sokağın başında, şimdiki büyük marketin .yerinde, küçük bir bakkal vardı. Küçük ama şirin. Ne zaman açılmıştı, kim açmıştı, açılışında kola ya da başka bir  şey dağıtmışlar mıydı, bilmiyorum.''  

          Babam, kola ya da başka bir şey derken gülümsemişti. ''Bildiğim, o bakkalı Bülent Abinin işlettiğiydi. Yalnızca benim değil, bu sokaktaki tüm çocukların abisiydi o. Bakkalın önünü süpürür  camları siler, ona yardım ederdik. İşte o zaman bize soğuk bi gazoz verir, 'Çocuklar, çalışmadan, hak etmeden, emek vermeden elde edilen hiç bir şeyin kıymeti olmaz, eğer birisi size karşılıksız bir şey veriyorsa, sizden daha çoğunu alacaktır' derdi. Sanırım sizi neden açılışa göndermediğimi anladınız, değil mi?'' 

          Babamı anlamamış, ona bakmakla yetinmiştik. Yanıt almak için bir süre beklemiş, bizim suskunluğumuzu görünce kaldığı yerden sürdürmüştü konuşmasını.

          ''Neyse, zamanla anlayacağınızdan kuşkum yok. O günlerin benim için unutulmaz anlam ve anıları vardır. Bizim, yani bu sokağın çocuklarının, ikinci okulu o  bakkaldı. Bülent Abi işler azalınca koltuk değneklerine dayanarak kapının önüne çıkardı. Bizler duvarın dibindeki sekiye sıralanır, merakla onun anlatacaklarını beklerdik. O, karşımızda değneklerinin desteğiyle ayakta durur anlatmaya başlardı. Her gün bir başka şeyden bahsederdi. Bir gün Dünya Savaşı'ndan, bir başka gün dünyanın oluşumundan. Evlerimize gitmek gelmezdi içimizden. Bazen de okulda anlatılmayan şeyleri anlatırdı bize. Kocaman siyah gözler pırıl pırıl ışıldarken, bakışları sanki yüzlerimizi okşardı. Kimi zaman içimizden birine değneğinin ucuyla dokunur; ''Canavar, söyle bakalım, bu Hitler de kimmiş?'' diye sorardı. 

          Kardeşim tam da burada babamın sözünü kesmiş; 

          -Değneğiyle size dokununca düşmez miydi? diye sormuştu.

         Babam anlatacaklarının bir bölümünü unutmuşçasına duraksamış ve yeniden, kardeşimin sorusunu da yanıtlayarak, anlatmaya devam etmişti. 

          Değnekle bize dokununca düşse, bu hareketi bir kez deneyebilirdi, öyle değil mi? Elbette düşmezdi, Bülent Abi 'nin bir ayağı tutmazmış -annem anlatmıştı- çıkıkçı Kazım Efendi 'yarım etmiş'miş. Neyse, devam edelim. Bülent Abi, bize okumamız için kitaplar da verirdi. Hiç unutmam, okuduğum ilk romanı o vermişti. Bakkalda, akide şekerlerinin olduğu rafın arkasına bir bölme yapmıştı; renk renk şekerler, çeşit çeşit kitapların bulunduğu küçük kitaplığı gizliyorlardı.   

          Bülent Abi, okuduğumuz her kitap için bir avuç akide şekeri ya da sarı leblebi vermeyi ihmal etmezdi. Sarı leblebinin yanında, eğer paramız da varsa, birer şişe gazoz  alır sekiye otururduk. Gazoz şişesine doldurduğumuz leblebilerin etrafında oluşan kabarcıkları seyreder, oyalana oyalana içerdik gazozlarımızı. Ne zaman o sekide gazoz içsem, okuduğum kitabın kahramanının bir köşeden beni izleyip gülümsediğini görürdüm. Bülent Abi 'canavar, neden karşında bizim göremediğimiz biri varmış gibi gülümsüyorsun?' diye kaç kez sormuştu da, çocuklar benimle dalga geçerler diye utanmış ve 'hiç' demiştim. 

          Kimi günler toptancı mal getirdiğinde yardıma koşardık. Severek taşırdık; top top kumaşları, çuval çuval şekerleri, kutu kutu bisküvileri.. En çok çiklet paketlerini taşımak için yarışırdık birbirimizle. İçlerinden artist ya da Türk büyüklerinin resimleri çıkardı çikletlerin, bizden küçük çocuklara aldırırdık. Sokağın kuytularında bir çeşit kumar oynar, bu resimleri birbirimizin elinden almaya çalışırdık. Bülent Abi, zabitin oğlu İlhan'ın okuduğu kitabın arasında bir resim yakalayıncaya kadar sürmüştü o kuytulardaki kumarımız. Bülent Abi; 'bir daha asla kitap vermem ve sizinle de sohbet etmem' diyerek bizlerden 'oynamama ' sözü almıştı.'' 

          Kardeşimle göz göze geldik, ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk. Acaba babamız yataklarımızın altındaki patates cipsi paketlerini ve kola açma halkalarını yakalarsa, bizi neyle korkuturdu? Sanki biz hiç oynamıyormuşuz gibi babama; 

          -Nasıl oynardınız baba? diye sordum. 

          Babam: 

          Ya, alt üst yapardık, hangi numara büyükse o kazanırdı, ya da bir kapının, duvarın, boyumuza gelen yerinden uçururduk kartları. Kimin kartı yerdekinin üzerine düşerse o kazanırdı. Ha! Tek mi çift mi de oynardık.'' 

           Biz de kardeşimle, hemen hemen aynı şekilde oynuyorduk ama, hep ben kazanıyordum... 

         'O günden sonra ne çiklet aldık, ne de oyun oynadık. Bakkala inen malların taşınması bitince sekiye oturur, bisküvilerimizin arasına birer lokum sıkıştırır, bitecek korkusuyla küçük küçük ısırarak yerdik. Lokumlu bisküvileri mideye indirdikten sonra malların raflara yerleştirilmesine başlardık. Gücümüzün yetmediği çuvalları Bülent Abi tek koluyla kaldırır, ayağını sürüye sürüye taşırdı. Onun kadar güçlü kollarımın olmasını ister, ben de çuvallara yapışırdım, ama kımıldatamazdım. 

          Bakkalın rafları dolunca içimizi bir sevinç kaplardı; Bülent Abi daha çok para kazanacak ve takma ayak yaptıracak, diye sevinirdik. Kimden duymuştuk bilmiyorum. Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerde takma ayak yapıldığını öğrenmiş, üç arkadaş, harçlıklarımızdan bir kısmını bu iş için ayırmaya başlamıştık. Olur ya, Bülent Abi 'nin parası denk gelmezse ona destek olacaktık. Bir kiloluk yağ tenekesini, kumbara olarak kullanıyor, Mustafaların bahçesinde saklıyorduk.'' 

          Kardeşimle yeniden göz göze geldik. Atari salonu ya da hamburger için gizli gizli para biriktirdiğimizi bilse,babam ne yapardı ?  

          Kardeşim heyecanla sordu: 

          -Bülent Abi'ye ayak takıldı mı?  

         Babam kardeşimin saçlarını okşarken, gözlerinde bir duygu sağanağı oluşmuş, sırası geldiğinde anlatacağım yavrum, diyerek kaldığı yerden sürdürmüştü konuşmasını. 

          ''Bakkalın her köşesinde ayrı ayrı kokular; çivilerin bulunduğu yerden pas kokusu, gaz lambaları ve şişelerin durduğu raftan ince bir gaz kokusu yayılırdı. Kumaşlardan ise, renklerine göre, ten kokuları gelirdi burnuma. Bülent Abi bana kumaş kesmeyi öğretmişti. Kumaş topunu tezgahın üzerine atar, pat pat çevirir, ağaç metreyle ölçerdim. Bir kaç kez eğri kestimse de, sonunda makası takıp sürmeyi başarmıştım. Fakat, tülbent kesmeyi, çok uğraştımsa da, Mustafa kadar elime yakıştıramadım. Tütün kokusuna dayanamaz, Bülent Abiye çaktırmadan sigara paketlerini koklardım. Paketleri raflara yerleştirmek ayrı bir zevkti. Kutulu Yenice ve Gelincik, jelatinli Bafra, Birinci ve İkinciler bana oyuncak gibi gelirdi. Terazide bir şeyler tartmak, kasada para alıp vermek severek yaptığımız işlerdendi. 

          Bir gün yeni gelen malları yerleştirmiş, etrafı temizlemiştik. Sekide oturup, lokumlu bisküvilerimizi yiyiyor, bir yandan da Bülent Abinin okuduğu şiirleri dinliyorduk. Okuduklarını anlamasak bile, sesindeki heyecan bizleri coşturuyordu. Kimi şiirleri sevgilisine okur gibi, yumuşak bir tonda, kimisini de haykırarak okuyordu. Ara sıra değneğinin birini sallarken siyah uzun saçları da tel tel titriyordu. 

          Günlerden pazardı. Bazı evlerin pencerelerinden Bülent Abi 'yi dinlemek için, her zaman olduğu gibi, sarkanlar vardı. Bülent Abi, kendini izleyen insanlara aldırmadan, elindeki kitaptan şiirler okumaya devam ediyor, arada bir 'sizi sıkmıyorum ya, çocuklar' diyerek gülümsüyordu. Bir yaprak çevirip yeni bir şiire başlamıştı. Değneğini havaya kaldırdı, kolu öylesine gergindi ki, damarlarının yerinden fırlayacağını sandım. 0, kolunu yukarı kaldırdı ve sustu. Kolu bir an için havada asılı kalmıştı. Gözlerindeki ışıltı yavaş yavaş sönerken, kolu da ağır ağır indi. Üzerimizden, sokağın girişine kayan bakışlarında; korku ve endişe vardı. Ben ve arkadaşlarım; Mustafa, zabitin oğlu İlhan, oturduğumuz yerden sokağın girişine baktık. Cüsse ve yaşları Bülent Abiden daha büyük olan beş kişi geliyordu. Bülent Abi, kitabı kapatıp, koltuk değneklerinin üzerine iyice yerleşti. Onun duruşu, bakışları, bizleri de endişelendirmişti. Dizlerimizle birbirimize vurarak anlaşılmaz bir iletişim kurmaya çalıştık ama, başarılı olamadık. Endişelerimiz korkuya dönüştüğünde, iriyarı adamlar bakkalın önüne gelmişlerdi bile. Bülent Abi sırtını bize döndü. Sokaktaki sessizliği Bülent Abinin koltuk değneklerinden sonra sesi izledi; 'Buyrun! Birini mi aradınız?' dedi sertçe. Ortalık yeniden sessizleşti; adamlar bıyık altından gülüyor, alaycı bakışlarla onu süzüyorlardı. Birdenbire oluşturdukları çemberi bir adım daha daralttılar. İçlerinden diğerlerine göre kısa boylu olanı, Ona dokunacak kadar yaklaştı. İki horoz gibi karşılıklı duruyorlardı. Asker tıraşlı, yılan bıyıklı, sağ yanağında derin bir yara izi olan adam, Bü1ent Abinin elinden kitabı çektiği gibi bir adım geriledi. Biz, neredeyse duvara yapışmış, titriyorduk. Yılan bıyıklı adam kitabın yapraklarını tiksintiyle çevirirken, 'ulan topal! şu haline bakmadan çocukların beyinlerini mi yıkıyorsun?' dedi. Bülent Abi değneklerinin üzerinde dikleşti; 'arkadaş ne demek istiyorsun, hem ben sizleri de tanımıyorum ' dedi. İçlerinden en iriyarı olanı; 'topal Bülent, yakında tanırsın ' diyerek söze karıştı ama, yılan bıyıklının işaretiyle sustu. Çember iyice daralmıştı. 'Bir daha öyle kitaplarla gençlerin beyinlerini yıkadığını görürsem, işte böyle bacaklarını ayırırım' diyerek kitabı ikiye böldü, Bülent Abinin önüne fırlattı. Kitap, yapraklarının üzerinde bir kaç kez yaylandı ve tozların içine yüzüstü yığılıp kaldı. Bülent Abi koltuk değneğine davranmıştı ki; yılan bıyıklı adamın tekmesi, değneği söküp attı Bülent Abinin elinden. Mustafa, Bülent Abinin sağ yanına destek olmak için yerinden fırladı ama, çam yarması adam onu yakaladığı gibi ayaklarını yerden kesti. Mustafa'nın kasap çengelindeki koyundan tek farkı, çığlık çığlığa çırpınmasıydı. Zabitin oğlu İlhan, o kargaşada toz olmuştu. Bende korkudan kaçacak kadar da cesaret yoktu, kalakalmıştım olduğum yerde. Bülent Abi, Mustafa 'yı tutan adama; 'bırak onu' diye bağırırken, yılan  bıyıklı adam sol koltuğunun altındaki değneğe de bir tekme indirdi. Ağlamaktan başka şey gelmiyordu elimden, gelse de adamlar engel olacaklardı. İkinci değneği de kaybeden Bülent Abi, bir süre sol ayağının üzerinde kalmaya çalıştı. Bir yaprak gibi titriyor, düşmemeye çalışıyordu ama, döşüne inen bir yumrukla kıç üstü yere düştü. Güçlü kol1arının üstünde doğrulmaya çalıştıysa da, kafa, göz demeden peş peşe inen tekmeler onu yere serdi. Ağlayarak üzerine kapanmaya çalıştım. Ayaklarımın yerden kesildiğini farketmemiştim bile. Bülent Abi kol1arıyla başını siper etmeye, adamların ayaklarını yakalamaya çalışıyordu. İki adam Mustafa 'yla beni tutarken, üçü de yerde savunmasız yatan Bülent Abiyi küfürlerle bağıra çağıra ; tekmeliyordu. Ben ağlarken, Mustafa durmaksızın adamlara küfrediyor, kendini tutan adama diş geçirmeye çalışıyordu. Bülent Abi bir çuval gibi yığılıp kalana kadar vurdular. Komşulardan gelenler olmuştu ama, iş işten geçtikten sonra. Adamlar kaçmadan, sanki oradan geçiyorlarmış gibi yürüye yürüye çıkıp gittiler sokağımızdan. Mustafa'yla arkalarından, taş attık ama isabet ettiremedik. 

          Bülent Abi'nin üstü başı toz içinde kalmış, bumu kanarken, 'köpekler, köpekler... ' diye söyleniyordu. Yaprakları sağa sola savrulmuş kitabı yerden toplayıp, gizli yerine koydum. Komşular Bülent Abiyi evine, bakkalın üst katına çıkardılar. 

          Ertesi gün, okul dönüşü uğradık Bülent Abiye, yatıyordu. 'Korkmayın çocuklar bir şeyim yok, iyiyim' dedi. Yüzündeki birkaç sıyrığın, morluğun dışında kaburgalarında ezik olduğunu, on beş güne kalmadan bakkala ineceğini söyledi. 

         Günler çabuk gelip geçmiş, okullar tatile girmişti. Boş zamanlarımın çoğunu bakkalda, Bülent Abinin yanında geçiriyordum. Ara sıra Mustafa da geliyor, yardım ediyordu bize. İlhan, okullar tatile girince başka bir kente gitmişti. Zaten olaydan sonra da bakkala hiç gelmemişti. 

          Sıcak bir yaz günüydü. Sekinin üzerine küçük bir gölgelik yapmıştık. Mustafa'yla sekide oturmuş Bülent Abiyi dinliyorduk. Sokağın başında siyah bir otomobil belirdi. Yavaş yavaş bize doğru ilerleyen otomobilin camları da siyahtı. Öyle ki; içerisi görünmüyordu. Merakla kalktık sekiden. Bülent Abi de susmuş bekliyordu. 

          Otomobil otuz kırk metre uzakta durdu. Motorun sesi bir artıp bir azalıyor, yeri eşeleyen bir boğayı andırıyordu. Birkaç kez tekerleri zorlayıp yaylandı... Ve bir ok gibi fırladı durduğu yerden. Bülent Abi değneklerine yüklendiyse de...'' 

          Babam başka şeyler söylemek ister gibiydi. Sustu. Üzgündü. Koltuktan kalkıp, gazetesini aldı. Odasına giderken: 

          -Bülent Abi ölünce annesi de çekip gitti buralardan, dedi. 

        Bir sabah okula giderken, yeni açılan marketin önünden geçiyordum. Basamakların önünde, markette çalıştıkları giysilerinden anlaşılan insanlar bekliyorlardı. Kendi aralarında şakalaşıp gülüşürlerken, içlerinden biri:  

          -Hişt, hişt! Geliyor, geliyor, diyerek uyardı arkadaşlarını. 

         Kravatlarını düzeltip, ceketlerini düğmelediler. Son model otomobil marketin önünde durdu. Sanki, babam günler önce anlattıkları tekrarlanacaktı.  

          Otomobilden inen takım elbiseli adam, kendisini karşılayanlara gülücükler dağıtırken, sağ yanağındaki derin yara izi yılışık bir ağız gibi gerilmişti.

 

 
 
 
Türkiye  Bakkallar  ve  Bayiler  Federasyonu
Talatpaşa Bulvarı No: 136 / 10   Cebeci  ANKARA
Tel: 0312 - 3196150     Faks: 0312 - 3196158
info@tbbf.org.tr