Saat sabaha karşı üç sularıydı. Uyku bir türlü tutmuyordu. Bir kez
daha yanına döndü. Elinde değil, uyuyamıyordu işte.Düşünmekten
kendini alamıyordu.
Baktı olmuyor.''En iyisi kalkmak'' diye düşündü. Masum
bir ifadeyle uyuyan hanımın yanından sessizce kalktı. Ayağına yünlü
terliklerini geçirerek salona geçti. Bir müddet koltukta oturdu.
Beş on dakika sonra balkonun kapısını açtı. Gecenin
serinliği ciğerlerine işledi. Gökyüzüne bakıp uzun uzun düşündü.
“Ne yapacağım ben? Ne yapacağım?''
On metrekarelik küçük bir bakkalı vardı. Son zamanlarda
mantar gibi biten marketlerin karşısında eriyip ufalmıştı. Artık
müşteri de gelmez olmuştu. Beş altı memurun dışında alış veriş yapan
olmuyordu. Onlar da zaten veresiye alıyordu.
Mal getirmek İçin para lazımdı. Sağdan soldan istemek
ağrına gidiyordu. Kırk beş yıllık bakkal Hüsrev Efendi borç
isteyecekti ha! Buna gelemezdi İşte. Aç kalırdı, açıkta kalırdı ama
yine de borç isteyemezdi. Gururuna yediremezdi.
Bu para talebine bir de vergiler yüklenince Hüsrev Efendi
bankadan faizle para almıştı. Ama borcunu veremediği için her ay
faiz biniyordu.
Hüsrev Efendi ''Aynı çığ gibi'' diye düşündü. ''Başta
küçücüktü. Ama aylar geçtikçe büyüdü, büyüdü... Bu borç çığının
altında kaldım. Keşke ele güne el açsaydım da bankadan almasaydım.
Faizler aldığım parayı kat kat geçti. Ne yapacağım ben? Ne
yapacağım?''
Ne kadar balkonda kaldı kimbilir? Sabah ezanlarıyla
kendine geldi.
Hay allah!'' dedi. ''Ezan okunuyor.''O sırada terlik sesi
duydu. Hanımı şıpıtık terliklerini giymiş, tuvalete gidiyordu.
''Hey hanım!'' diye acı acı gülümsedi. Yaşın geldi altmışa ama ruhun
hala genç. Erken yapılan kahvaltıdan sonra Hüsrev Efendi dükkanını
açtı.Önce dükkanın önüne su serpip savurtarak süpürdü.Bir bez alıp
rafların tozunu aldı. Dışarı iskemle çıkarıp üstüne oturdu. Tam
karşıda, yapılan markete baktı. Bitmek üzereydi. İşçiler ''Tak!
tak!'' diye tahtaya çakmıyor da sanki yüreğine çakıyordu.
Güya marketler şehir dışında olacaktı. Garip bakkalı
düşünenler olacaktı. Ama bunların hepsi hayaldi. Gerçekte ise adım
başı market yapılıyordu.
''Hey gidi günler hey!'' diye düşünmeye başladı Hüsrev
Efendi. Bu mahallede doğmuştu. Babası da bakkaldı. İlk hatırladığı
şey dükkandaki gofretlerdi. Sonra akide şekerleri...
''Baba ne olur bir tanecik daha akide şekeri ver.''
''Bak koçum, biz yersek nasıl para kazanırız?''
Verirdi bir akide şekeri ama bin naz ile verirdi. Ama
o,dışarı çıkar çıkmaz bir avuç şeker alıp cebine atardı. Sonra
sokakta çıtır çıtır yerdi.
Gençliğinde herkes ona kız vermeye çalışmıştı. Eee!Ne de
olsa bakkalın oğluydu. İleride o da bakkal olacaktı.
Yazıya dönüp baktı: ''Bereket Bakkaliyesi.'' ''Ne
günlerdi'' dedi. Mahallenin tüm çocukları gelirdi.
'Bakkal amca ben leblebi tozu istiyorum.''
''Ben de iki tane gofret.''
''Sırada ben varım”
''Yok !Ben varım”
''Bana bak! Kırarım ağzını,
sıra benimdi.''
''Hop! Hop! Ağır ol bakalım.
Sen nasıl konuşuyorsun?''
''Tamam gençler!'' deyip araya
girer, hepsine birer lokum verip işi tatlıya bağlardı.
Bakkal amcalarının huyunu
bilen bazı yaramazlar bilhassa kavga çıkartırdı. Lokum versin
diye... Bazıları, gizlice sakız çalmaya kalkardı. Özellikle de
Sümüklü İlhan, Kaç sefer çaldığını görmüştü ama yüreği elverip de
kızamamıştı. Aslında kızmalıydı ama kızamamıştı işte.
Karşıdaki marketin sahibi
Sümüklü İlhan'dı! Artık sümükleri akmıyordu. Efendi olmuştu gayrı.
Ama efendiliği kıyafetindeydi. Konuşunca hiç de adam olmadığı
anlaşılıyordu.
Bu düşüncelerdeyken bir sesle
irkildi:
''Hüsref Efendi! Hüsrev
Efendi!''
Gelen Güler Hanım'dı.
''Buyur Güler Hanım''
''Hüsrev Efendi! Dün torunumla
deterjan aldırdım. Ama markette daha ucuzmuş. Niye böyle pahalı
veriyorsun? Bir daha gelmeyeceğim dükkanına.''
''İzah edeyim Güler Hanım.''
Ama yaşlı hanım ayağını sürüye
sürüye uzaklaşmaya başlamıştı.
''Nasıl anlatsam ki?'' dedi
üzüntüyle. Marketlerin çok fazla mal aldıkları için ucuza
aldıklarını nasıl söyleyebilirdi? Söylese inanırlar mıydı?
Başı zonklamaya başladı. Bu
sırada bir çocuk geldi. Ahmet'ti bu. Mühendisin oğlu Ahmet.
''Buyur evladım.''
''Ben beş tane sakız
alacaktım.''
''Tabi evladım, vereyim.''
Sakızları çocuğa verdi. Tekrar
iskemleye çöktü. Beş on dakika sonra Ahmet geri geldi.
''Bakkal amca, bu sakızların
tarihi geçmiş. Annem geri gönderdi.''
''Öyle mi? Paranı vereyim o
zaman oğlum.''
Parasını geri verdi. Yakın
gözlüğünü takarak son kullanma tarihini okumaya çalıştı. Ama yok,
okuyamıyordu.işte. Pireden daha da küçüktü yazılar, okuyamıyordu.
Pire deyince, o kadar derdine
rağmen yine de gülümsedi. Yıllar önce, çocukluğunda ninesinin
köyüne gitmişti. Garip ninesinin gözü görmez olmuştu. Ev kerpiç,
toz .çok. Bu kadar tozda ne olur? Elbette ki yüzlerce pire olur.
Uyuyamazdı, hüngür hüngür ağlardı. Bir pire ki, olsa o kadar olur.
Yorganı bir kaldırdı mı yalan değil en az yirmi pire zıplamaya
başlardı. Hele ayaklarını yıkayıp içeri girdiğinde, pireler anında
yapışırdı. Zavallı annesi pireleri yok edeceğim diye az mı temizlik
yapmıştı.
Elindeki sakız kağıdı
hışırdayınca maziden sıyrıldı.
''Demek ki sakızlar dura dura
bayatlamış. Öyle ya, son günlerde ne gelen var ne de giden.''
Burnuna bir sinek kondu.
Kovdu, tekrar geldi. Yılmayıp yine kovdu. Sinek de sebat gösterip,
kaçmayarak eline kondu. Kanatlarını, bacaklarını temizlemeye
başladı.
Bir süre sineği inceledi.
Düşünceleri tekrar maziye kaydı. İnşaat işçileri gelirdi.
''Bakkal efendi, yüz elli gram
peynir alacaktık.'' Kantarın bir kefesine yağlı kağıdı koyardı.
Üzerine de bir parça peynir. Peynir ama ne peynir. Halis koyun
peyniri. Mis gibi kokardı.
İşçiler bir de ekmek alırdı.
Sıcacık, taptaze ekmek.
''Hayırlı işler” deyip
çıkarlardı.
Küçük çocuklar gelirdi.
''Bakkal amca, yüz gram salam
verir misin?''
''Elbette minik kuşlarım''
deyip salamı ince ince keserdi. Antep fıstıklı salam... Çok severdi
salamı. Biraz fazla kesip bir parça da kendi ağzına atardı.
''Hey gidi günler hey!'' dedi.
''Nerden, nerelere geldik?''
Karşıdaki markete hınçla
baktı. Yarın öbür gün mallar da gelirdi.
''O zaman hakikaten sinek
avlayacağım'' diye söylendi.
Tam o sırada bir hanım geldi.
Kimdi ki acaba? Mahalleden biri değildi.
''Buyur hanım kızım.''
''Milföy hamuru var mıydı?''
''Ney hamuru ney?''
''Milföy hamuru, yani
hazır hamur.''
''Hamurun hazırı mı olur?''
diye düşündü. Canı börek istediğinde, hanımı çarçabuk yapardı.
''Yok kızım'' dedi. ''Bizde
bulunmaz öyle şey.''
Hanım uzaklaşana kadar
bakakaldı. Değişik mallar getirtse, neyle getirtecek? Getirtse bile
marketlere kıyasla daha pahalı olacak. Kimse de göz göre göre fazla
para vermek istemiyor.
''İyi ki memurlar var'' dedi.
''Bir tek onlara veresiye veriyorum. Onlar da olmasa hepten
mahvolacağım.''
Bir araba homurdanarak geçti.
Nefesi daralmaya başIadı. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi ''Of!
Of!'' deyip dünyadan daha geniş bir yer istedi.
Sendeleyerek içeri geçti. Eli
titreyerek bir gazoz açtı. Birkaç yudum içmişti ki İlhan içeri
girdi.
“Ooo! Afiyet olsun Hüsrev
Amca.''
''Sağol'' dedi. ''Buyur otur
şöyle.''
Bir iskemle çekti altına
İlhan. Ağzını yaya yaya;
''İşler tıkırında mı Hüsrev
Amca?''
''Eh! İdare ediyoruz işte.''
''Ne idaresi Hüsrev Amca?
Dükkanına cinlerle perilerden başka kimse uğramıyor. Yakında
kepengi indirirsin.''
''Ya sabır!'' dedi içinden
Hüsrev Efendi. ''Sümüklü'' diyecekti. ''Pis sümüklü. Ne zaman adam
oldun da karşıma çıkıyorsun?''
Ama tuttu kendini. Her zaman
olduğu gibi yine tuttu kendini.
''Hüsrev Amca, insan
misafirine bir şey ikram eder. Biri yer biri bakar, kıyamet ondan
kopar.''
''Kusura bakma. Biraz canım
sıkkındı da unuttum işte.''
''Hah ha! Ben senin niye
dertli olduğunu biliyorum, Kukumav kuşu gibi düşünüp duruyorsun,
Hele bir bitsin marketim, buraya kilit vurursun.
''Başı tekrar şiddetle
zonklamaya başladı. Boynunun arka tarafından gelen bir sancı tüm
kafasını sarıyordu. Etraf dönmeye başladı. Yok, etraf dönemezdi. O
zaman başı dönüyordu.
Kafasını masaya dayadı. İlhan
bir şeyler diyordu ama o bunları duymuyordu bile.
Ne kadar öyle kaldı
bilmiyordu. Başını kaldırdığında İlhan yoktu. O zonklama da
geçmişti.
Kapıdan Mehmet Bey girdi.
Nüfusta memur olan Geçitvermez'lerin Mehmet. Yanında da sevimli oğlu
Alper.
''İyi akşamlar Hüsrev Amca,
''Akşam olmuştu demek ki.
Şaşırdı ''İyi akşamlar'' diyebildi.
''Hüsrev Amca size bir şey
diyecektim.''
''Buyur Mehmet Bey oğlum''
''Biz yıllar var ki hep
sizden alıyoruz her şeyi. Tabii ki veresiye olarak. Ama artık
kredi kartımız oldu Hüsrev Amca. Beş kuruş dahi ucuz olsa bizim
için kardır. Yılların bakkalını ben de bırakmak istemem ama
memurların durumu ortada. Bildiğin gibi marketler biraz daha ucuz
oluyor.
Mehmet Bey kırık dökük
cümlelerle kendini anlatmaya çalışıyordu. Tam bu sırada Alper söze
karıştı;
''Hüsrev Amcacığım, hem market
Mercedes bile veriyormuş. Annem bize de çıkabilir diyor...''
Alper daha konuşacaktı ki
babasından kuvvetli bir çimdik yedi.
''Of! Niye çimdikliyon baba?''
Mehmet Bey utanç deryasına
dalmıştı sanki. Şu çocuklar da her doğruyu her yerde söylüyordu.
Çocuk işte!
''Kusura bakma Hüsrev Amca.
Bize çok emeğin geçti. Hakkını helal et. Sesini çıkaramadı Hüsrev
Efendi. Boğazından ses çıkmadı çünkü. Sessizlikten yararlanan küçük
Alper tekrar atıldı.
''Hüsrev Amcacığım, hem o
marketlerde aradığın her şey varmış. Çocuklar için bile oyun yeri
hazırlamışlar.Kaydıraklar varmış, helikopter varmış.
Alper saymaya devam edecekti
ya tekrar babasından esaslı bir çimdik yedi. Afallayıp kaldı. Hiç
kendisini dövmeyen babası çimdiklediğine göre muhakkak bir kusuru
olmuştu. Pustu, hiç sesini çıkarmadan küskün küskün babasının
yanında dikildi.
Mehmet Bey ter içindeydi.
''Hüsrev Amca, kusurumuza
bakma e mi? Biliyorsun marketler sürümden kazanıyor. Çok mal
getirdikleri için ,daha ucuz oluyor. Bildiğin gibi ben de üç çocuk
babasıyım. Zar zor geçiniyoruz.''
''Seni anlıyorum'' dedi Hüsrev
Efendi. ''Peki diğer memurlar da kredi kartı aldı mı?''
''Evet Hüsrev Amca, herkes
aldı.'' Mehmet Bey birikmiş borcunu ödedi. Çıkacakken Alper yine
konuştu:
''Baba o büyük marketlerde beni
arabayla gezdirir misin? Hasan diyo, hem çocuklar oturuyormuş hem
de anneleri arabanın içine aldıklarını koyuyormuş. He mi baba? Beni
de bindiricen mi?''
Mehmet Bey kolundan çekerek
çocuğunu dışarı çıkardı. Beyninden vurulmuşa döndü Hüsrev Efendi.
Demek kırk beş yıllık bakkallık hayatı sona eriyordu.
''Peki ya borçlarım!'' dedi.
''Onlan nasıl öderim ben, nasıl ?''
Şaşkınlıktan küçük dükkanını
turlamaya başladı. Bir ara gözü rafın üstündeki kutuya takıldı. Bir
bebe bisküvisinin kutusuydu bu. Üstündeki bebek gülüyordu.
Gülme!'' dedi. ''Gülme.''
Ama bebek gülüyordu.
''Gülme dedim sana, gülme!''
Ama bebek umursamadı bile.
Gülmeye devam etti.
''Gülme dedim bacaksız!
Gülme! Gülme!
Ama bebek hala gülüyordu.
Hüsrev Efendi hızla
atılıp kutuyu kaptı.
''Bana gülersin ha! AI sana!
Al sana''
Kutudaki bebeği dövdükten
sonra fırlatıp attı. Bebek fırlatıldığı köşede hala gülüyordu.
''Hayır! Hayıır!'' diye
bağırdı.
Raflardaki her şeyi bebeğin
üstüne fırlattı. Yetinmedi, gazoz kasasında teker teker şişeleri
alıp savurmaya başladı. Eliyle camları, duvarları yumrukluyor, bir
yandan da ''Kurbanın olayım gülme! Gülme! Halime gülme!'' diye
haykırıyordu. Eli yüzü kesilmiş, kanlar akıyordu.
Ertesi gün cenazesine gelenler,
''Vefat etmeden önce çıldırmıştı'' dediler. İnsanların garip
bakkalı düşünüp ilgilenmemesine, ağlamamasına bedel, bulutlar
ağladı. Gözyaşı gönderdi. İçin için ağladı.
Bulut, yüreğinin yaşını
dökerken Alper gördü. '' Aaa! Bulut ağlıyor'' dedi. ''Bulut mutlaka
Hüsrev Amcacığıma ağlıyordur.'' Bakkalın, zavallı bakkalın derdine
derman olacaklar, bu gözyaşlarını görmedi bile... |