Bulutlar Ağlıyor (Gülten Gezer)
 

Saat sabaha karşı üç sularıydı. Uyku bir türlü tutmuyordu. Bir kez daha yanına döndü. Elinde  değil, uyuyamıyordu işte.Düşünmekten kendini alamıyordu. 

          Baktı olmuyor.''En iyisi kalkmak''  diye düşündü. Masum bir ifadeyle uyuyan hanımın yanından sessizce kalktı. Ayağına yünlü  terliklerini geçirerek salona geçti. Bir müddet koltukta oturdu. 

          Beş on dakika sonra balkonun  kapısını açtı. Gecenin serinliği ciğerlerine işledi. Gökyüzüne bakıp uzun uzun düşündü.  

         “Ne yapacağım ben? Ne yapacağım?'' 

          On metrekarelik küçük bir bakkalı vardı. Son zamanlarda mantar gibi biten marketlerin karşısında eriyip ufalmıştı. Artık müşteri de gelmez olmuştu. Beş altı memurun dışında alış veriş yapan olmuyordu. Onlar da zaten veresiye  alıyordu. 

          Mal getirmek İçin para lazımdı. Sağdan soldan istemek ağrına gidiyordu. Kırk beş  yıllık bakkal Hüsrev Efendi borç isteyecekti ha! Buna gelemezdi İşte. Aç kalırdı, açıkta kalırdı ama yine de borç isteyemezdi. Gururuna yediremezdi. 

          Bu para talebine bir de vergiler  yüklenince Hüsrev Efendi bankadan faizle para almıştı. Ama borcunu veremediği için her ay  faiz biniyordu. 

          Hüsrev Efendi ''Aynı çığ gibi'' diye düşündü. ''Başta  küçücüktü. Ama aylar  geçtikçe büyüdü, büyüdü... Bu  borç çığının altında kaldım. Keşke ele güne el açsaydım da  bankadan almasaydım. Faizler aldığım parayı kat kat geçti. Ne yapacağım ben? Ne yapacağım?'' 

          Ne kadar balkonda kaldı kimbilir? Sabah ezanlarıyla kendine geldi. 

          Hay allah!''  dedi. ''Ezan okunuyor.''O sırada terlik sesi duydu. Hanımı şıpıtık terliklerini  giymiş, tuvalete  gidiyordu. ''Hey hanım!'' diye acı acı gülümsedi. Yaşın geldi altmışa ama ruhun hala genç. Erken yapılan kahvaltıdan sonra Hüsrev Efendi dükkanını açtı.Önce dükkanın önüne su serpip savurtarak süpürdü.Bir bez alıp rafların tozunu aldı. Dışarı iskemle  çıkarıp üstüne oturdu. Tam karşıda, yapılan markete baktı. Bitmek üzereydi. İşçiler ''Tak! tak!'' diye tahtaya çakmıyor da sanki yüreğine çakıyordu.  

          Güya marketler şehir dışında olacaktı. Garip bakkalı düşünenler olacaktı. Ama bunların hepsi hayaldi. Gerçekte ise adım  başı market yapılıyordu.  

          ''Hey gidi günler hey!'' diye düşünmeye başladı Hüsrev Efendi. Bu  mahallede doğmuştu. Babası da bakkaldı. İlk hatırladığı şey dükkandaki gofretlerdi. Sonra  akide şekerleri... 

          ''Baba ne olur bir tanecik daha akide şekeri ver.''  

          ''Bak koçum, biz yersek nasıl para kazanırız?'' 

          Verirdi bir akide şekeri ama bin naz ile verirdi. Ama o,dışarı çıkar çıkmaz bir avuç şeker alıp cebine atardı. Sonra sokakta çıtır çıtır yerdi. 

          Gençliğinde herkes  ona kız vermeye çalışmıştı. Eee!Ne de olsa bakkalın oğluydu. İleride o da bakkal olacaktı.  

          Yazıya dönüp baktı: ''Bereket Bakkaliyesi.'' ''Ne günlerdi'' dedi. Mahallenin tüm çocukları gelirdi.  

          'Bakkal amca ben leblebi tozu istiyorum.'' 

          ''Ben de iki tane gofret.''  

          ''Sırada ben varım” 

          ''Yok !Ben varım” 

          ''Bana bak! Kırarım ağzını, sıra benimdi.'' 

          ''Hop! Hop! Ağır ol bakalım. Sen  nasıl konuşuyorsun?'' 

          ''Tamam gençler!'' deyip araya girer, hepsine birer lokum verip işi tatlıya bağlardı. 

          Bakkal amcalarının huyunu bilen bazı yaramazlar bilhassa kavga çıkartırdı.  Lokum versin diye... Bazıları, gizlice sakız çalmaya kalkardı. Özellikle de Sümüklü İlhan, Kaç sefer çaldığını görmüştü ama yüreği elverip de kızamamıştı. Aslında kızmalıydı ama  kızamamıştı işte. 

         Karşıdaki marketin sahibi Sümüklü İlhan'dı! Artık sümükleri akmıyordu.  Efendi olmuştu gayrı. Ama efendiliği kıyafetindeydi. Konuşunca hiç de adam olmadığı anlaşılıyordu. 

          Bu düşüncelerdeyken bir sesle irkildi: 

          ''Hüsref Efendi! Hüsrev Efendi!''  

          Gelen Güler  Hanım'dı. 

          ''Buyur Güler Hanım''  

          ''Hüsrev Efendi! Dün torunumla deterjan aldırdım. Ama  markette daha ucuzmuş. Niye böyle pahalı veriyorsun? Bir daha gelmeyeceğim dükkanına.''   

          ''İzah edeyim Güler Hanım.'' 

          Ama yaşlı hanım ayağını sürüye sürüye uzaklaşmaya başlamıştı.   

          ''Nasıl anlatsam ki?'' dedi üzüntüyle. Marketlerin çok fazla mal aldıkları için ucuza aldıklarını  nasıl söyleyebilirdi? Söylese inanırlar mıydı?  

          Başı zonklamaya başladı. Bu sırada bir çocuk  geldi. Ahmet'ti bu. Mühendisin oğlu Ahmet.

          ''Buyur evladım.''  

          ''Ben beş tane sakız alacaktım.''  

          ''Tabi evladım, vereyim.'' 

          Sakızları çocuğa verdi. Tekrar iskemleye çöktü. Beş on dakika sonra  Ahmet geri geldi.  

          ''Bakkal amca, bu sakızların tarihi geçmiş. Annem geri gönderdi.'' 

          ''Öyle mi? Paranı vereyim o zaman oğlum.''  

          Parasını geri verdi. Yakın gözlüğünü takarak son kullanma tarihini okumaya çalıştı. Ama yok, okuyamıyordu.işte. Pireden daha da küçüktü  yazılar, okuyamıyordu.  

          Pire deyince, o kadar derdine rağmen yine de gülümsedi. Yıllar  önce, çocukluğunda ninesinin köyüne gitmişti. Garip ninesinin gözü görmez olmuştu. Ev  kerpiç, toz .çok. Bu kadar tozda ne olur? Elbette ki yüzlerce pire olur. Uyuyamazdı, hüngür  hüngür ağlardı. Bir pire ki, olsa o kadar olur. Yorganı bir kaldırdı mı yalan değil en az  yirmi pire  zıplamaya başlardı. Hele ayaklarını yıkayıp içeri girdiğinde, pireler anında yapışırdı. Zavallı annesi pireleri yok edeceğim diye az mı temizlik yapmıştı. 

           Elindeki sakız kağıdı hışırdayınca  maziden sıyrıldı. 

          ''Demek ki sakızlar dura dura bayatlamış. Öyle ya, son günlerde ne gelen var  ne de giden.''  

          Burnuna bir sinek kondu. Kovdu, tekrar geldi. Yılmayıp yine kovdu. Sinek de  sebat gösterip, kaçmayarak eline kondu. Kanatlarını, bacaklarını temizlemeye başladı.  

          Bir  süre sineği inceledi. Düşünceleri tekrar maziye kaydı. İnşaat işçileri gelirdi.  

         ''Bakkal efendi,  yüz elli gram peynir alacaktık.'' Kantarın bir kefesine yağlı kağıdı koyardı. Üzerine de bir  parça peynir. Peynir ama ne peynir. Halis koyun peyniri. Mis gibi kokardı. 

          İşçiler bir de  ekmek alırdı. Sıcacık, taptaze ekmek. 

          ''Hayırlı işler” deyip çıkarlardı.  

          Küçük çocuklar gelirdi.  

          ''Bakkal amca, yüz gram salam verir misin?'' 

          ''Elbette minik kuşlarım'' deyip salamı ince ince  keserdi. Antep fıstıklı salam... Çok severdi salamı. Biraz fazla  kesip bir parça da kendi  ağzına atardı.  

          ''Hey gidi günler hey!'' dedi. ''Nerden, nerelere geldik?'' 

          Karşıdaki markete  hınçla baktı. Yarın öbür gün mallar da gelirdi. 

          ''O zaman hakikaten sinek avlayacağım'' diye  söylendi.  

          Tam o sırada bir hanım geldi. Kimdi ki acaba? Mahalleden biri değildi.  

          ''Buyur  hanım kızım.''  

          ''Milföy hamuru var mıydı?''  

          ''Ney hamuru ney?''  

          ''Milföy hamuru, yani hazır hamur.''  

          ''Hamurun hazırı mı olur?'' diye düşündü. Canı börek istediğinde, hanımı çarçabuk yapardı. 

          ''Yok kızım'' dedi. ''Bizde bulunmaz öyle şey.''  

          Hanım uzaklaşana kadar bakakaldı.  Değişik mallar getirtse, neyle getirtecek? Getirtse bile marketlere kıyasla daha pahalı olacak.  Kimse de göz göre göre fazla para vermek istemiyor. 

          ''İyi ki memurlar var'' dedi. ''Bir tek  onlara veresiye veriyorum. Onlar da olmasa hepten mahvolacağım.'' 

          Bir araba homurdanarak  geçti. Nefesi daralmaya başIadı. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi ''Of! Of!'' deyip dünyadan daha geniş bir yer istedi.  

          Sendeleyerek içeri geçti. Eli titreyerek bir gazoz açtı. Birkaç yudum içmişti ki İlhan içeri girdi.  

          “Ooo! Afiyet olsun Hüsrev Amca.''  

          ''Sağol'' dedi. ''Buyur  otur şöyle.'' 

          Bir iskemle çekti altına İlhan. Ağzını yaya yaya;  

          ''İşler tıkırında mı Hüsrev  Amca?''  

          ''Eh! İdare ediyoruz işte.''  

          ''Ne idaresi Hüsrev Amca? Dükkanına cinlerle perilerden  başka kimse uğramıyor. Yakında kepengi indirirsin.'' 

          ''Ya sabır!'' dedi içinden Hüsrev Efendi. ''Sümüklü'' diyecekti. ''Pis sümüklü. Ne zaman adam oldun da karşıma çıkıyorsun?''  

          Ama tuttu  kendini. Her zaman olduğu gibi yine tuttu kendini.

          ''Hüsrev Amca, insan misafirine bir şey  ikram eder. Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar.''  

          ''Kusura bakma. Biraz canım sıkkındı  da unuttum işte.''  

          ''Hah ha! Ben senin niye dertli olduğunu biliyorum,  Kukumav kuşu gibi  düşünüp duruyorsun, Hele bir bitsin marketim, buraya kilit vurursun. 

          ''Başı tekrar şiddetle  zonklamaya başladı. Boynunun arka tarafından gelen bir sancı tüm kafasını sarıyordu. Etraf dönmeye başladı. Yok, etraf dönemezdi. O zaman başı dönüyordu. 

          Kafasını masaya dayadı.  İlhan bir şeyler diyordu ama o bunları duymuyordu bile. 

          Ne kadar öyle kaldı bilmiyordu.  Başını kaldırdığında İlhan yoktu. O zonklama da geçmişti.  

          Kapıdan Mehmet Bey girdi.  Nüfusta memur olan Geçitvermez'lerin Mehmet. Yanında da sevimli oğlu Alper.  

          ''İyi  akşamlar Hüsrev Amca,

          ''Akşam olmuştu demek ki. Şaşırdı ''İyi akşamlar'' diyebildi. 

          ''Hüsrev  Amca size bir şey diyecektim.''   

          ''Buyur Mehmet Bey oğlum'' 

          ''Biz yıllar var ki hep sizden  alıyoruz her şeyi. Tabii ki  veresiye olarak. Ama artık kredi kartımız oldu Hüsrev  Amca.  Beş kuruş dahi ucuz olsa bizim için kardır. Yılların bakkalını ben de bırakmak istemem ama  memurların durumu ortada. Bildiğin gibi marketler biraz daha ucuz oluyor.  

          Mehmet Bey  kırık dökük cümlelerle kendini anlatmaya çalışıyordu. Tam bu sırada Alper söze karıştı;  

          ''Hüsrev Amcacığım, hem market Mercedes bile veriyormuş. Annem bize de çıkabilir diyor...'' 

          Alper daha konuşacaktı ki babasından kuvvetli bir çimdik yedi.  

         ''Of! Niye çimdikliyon baba?''  

          Mehmet Bey utanç deryasına dalmıştı sanki. Şu çocuklar da her doğruyu her yerde  söylüyordu. Çocuk işte!  

          ''Kusura bakma Hüsrev Amca. Bize çok emeğin geçti. Hakkını helal  et. Sesini çıkaramadı Hüsrev Efendi. Boğazından ses çıkmadı çünkü. Sessizlikten yararlanan  küçük Alper tekrar atıldı. 

          ''Hüsrev Amcacığım, hem o marketlerde aradığın her şey varmış.  Çocuklar için bile oyun yeri hazırlamışlar.Kaydıraklar varmış, helikopter varmış. 

           Alper  saymaya devam edecekti ya tekrar babasından esaslı bir çimdik yedi. Afallayıp kaldı. Hiç  kendisini dövmeyen babası çimdiklediğine göre muhakkak bir kusuru olmuştu. Pustu, hiç sesini çıkarmadan küskün küskün babasının yanında dikildi.  

          Mehmet Bey ter içindeydi.   

          ''Hüsrev Amca, kusurumuza bakma e mi? Biliyorsun marketler sürümden kazanıyor. Çok  mal getirdikleri için ,daha ucuz oluyor. Bildiğin gibi ben de üç çocuk babasıyım. Zar zor  geçiniyoruz.''  

          ''Seni anlıyorum'' dedi Hüsrev Efendi. ''Peki diğer memurlar da kredi kartı aldı  mı?''  

          ''Evet Hüsrev Amca, herkes aldı.'' Mehmet Bey birikmiş borcunu ödedi. Çıkacakken Alper yine konuştu: 

         ''Baba o büyük marketlerde beni arabayla gezdirir misin? Hasan diyo, hem  çocuklar oturuyormuş hem de anneleri arabanın içine aldıklarını koyuyormuş. He mi baba? Beni de bindiricen mi?'' 

          Mehmet Bey kolundan çekerek çocuğunu dışarı çıkardı. Beyninden  vurulmuşa döndü Hüsrev Efendi. Demek kırk beş yıllık bakkallık hayatı sona eriyordu.  

          ''Peki ya borçlarım!'' dedi. ''Onlan nasıl öderim ben, nasıl ?''  

         Şaşkınlıktan küçük dükkanını  turlamaya başladı. Bir ara gözü rafın üstündeki kutuya takıldı. Bir bebe bisküvisinin  kutusuydu bu. Üstündeki bebek gülüyordu. 

          Gülme!'' dedi. ''Gülme.''  

           Ama bebek gülüyordu.   

          ''Gülme dedim sana, gülme!''  

          Ama bebek umursamadı bile. Gülmeye devam etti.  

          ''Gülme  dedim bacaksız! Gülme! Gülme!  

          Ama bebek hala gülüyordu.  

          Hüsrev Efendi hızla atılıp kutuyu kaptı.  

          ''Bana gülersin ha! AI sana! Al sana''  

          Kutudaki bebeği dövdükten sonra fırlatıp  attı. Bebek fırlatıldığı köşede hala gülüyordu.  

          ''Hayır! Hayıır!'' diye bağırdı.  

          Raflardaki her  şeyi bebeğin üstüne fırlattı. Yetinmedi, gazoz kasasında teker teker şişeleri alıp savurmaya  başladı. Eliyle camları, duvarları yumrukluyor, bir yandan da  ''Kurbanın olayım  gülme! Gülme! Halime gülme!'' diye haykırıyordu. Eli yüzü kesilmiş, kanlar akıyordu.  

        Ertesi  gün cenazesine gelenler, ''Vefat etmeden önce çıldırmıştı'' dediler. İnsanların garip bakkalı düşünüp ilgilenmemesine, ağlamamasına bedel, bulutlar ağladı. Gözyaşı gönderdi. İçin için ağladı.

          Bulut, yüreğinin yaşını dökerken Alper gördü. '' Aaa! Bulut ağlıyor'' dedi. ''Bulut  mutlaka Hüsrev Amcacığıma ağlıyordur.'' Bakkalın, zavallı bakkalın derdine derman  olacaklar, bu gözyaşlarını görmedi bile...

 
 
 
Türkiye  Bakkallar  ve  Bayiler  Federasyonu
Talatpaşa Bulvarı No: 136 / 10   Cebeci  ANKARA
Tel: 0312 - 3196150     Faks: 0312 - 3196158
info@tbbf.org.tr