Ali Efendi Bakkaliyesi (Elif Acar)
 

          -Günaydın. 

          -Günaydın efendim, hoşgeldiniz, emriniz? 

           -Estağfurullah, bir gazete alacağım. 

         -Tabi efendim, buyrun, dedikten sonra müşterinin uzattığı bir gazete parasını almaya utanan, müşteri bozuk para ararken ilk kez gördüğü  müşterilerine dahi ''isterseniz sonra ödersiniz efendim'' diyebilen birisiydi Ali Efendi.  Kapitalizmin ve rekabetin yücelttiği marketler, süpermarketlerle örülü İstanbul 'un kenar  mahallelerinden birinde bir odalık malzemesiyle ayakta kalma çabası veriyordu. İlk bakışta,  insana avurtlarına kadar çökmüş yanakları, uzun boyuna karşın  sıska kalmış vücudu, onun metropol şehirlerinin korkulu kabusu verem ya da kanser hastası olduğunu düşündürebilirdi. Müşterilere olan nezaketi kendiliğinden oluverenden ziyade, beyefendi olma çabalarının   ürünü de olsa; ''günaydın  efendim''den sonra hemen geliveren ''emriniz'' sualinden, bu  beyefendiliğinin  soylu bir İstanbul erkeğinden çok, nezaketli ve alçak gönüllü bir Anadolu  beyefendisi ağzına ait olduğunu an-lardı her dikkatli rnüşteri. Ali Efendinin ''rnüşteri velinimetimizdir'' anlayışıyla her gün fırıncılardan dahi önce, sabah namazıyla açtığı dükkanında, kendisi gibi iyi niyetIi ama Büyükşehir tehlikelerine karşı kendisinden nispeten daha savunmada, her akıllı Türk kadım gibi biraz çenebaz, erkeğinin iyi niyetinin çevre tarafından su istimaline kapalı ve olabilecek bu su istimalin ailelerine zarar vermesi hususunda tetikte Ali Efendinin biricik eşi, klasik bir Türk kadım Makbule Hanım da çalışıyordu. Başına umarsızca bağladığı başörtüsü, eteğinin altına giydiği pijama altıyla, İstanbul 'un göbeğinde bir kıyafet tenevvüsü sergilenmesine rağmen, son zamanlarda mini eteklisi, dekoltelisi, kara çarşaflı, sarıklısıyla, bu alaboralığın doruğuna Çıkan İstanbullu için pek de aykırı ve şaşılacak halde değildi doğrusu Makbule Hanım.  

         Mahallenin girişinde kurulu küçük bakkaliyesinde, giriş kapısının tam karşısındaki mobilyası iyice eskimiş bir masanın başında otururdu Ali Efendi. Girişte hemen solda, boylamasına bakkaliyeye ancak sığdırılabilmiş dikdörtgen şeklinde dondurucunun ön tarafım kaplayan kalın camından, içindeki birkaç parça peynir, sucuk,salam görülüyordu. Dükkanın sağ tarafında ise içecek ve dondurma soğutmak için kullanılan, üzerinde Coca Cola reklamını taşıyan o meşhur seyyar dondurucu duruyordu. Kapının hemen karşısında Ali Efendinin masasının arkasındaki duvarda asılı, belli ki el emeğiyle yapılmış kısa kısa  iki sıra kurulu, cilası atmış tahta raflarda ise, çikolata ve bisküvi çeşitleri yer alıyordu. Kapının arkasına asıverdikleri, artık eprimişliğinden mi yoksa kirliliğinden mi tam olarak kestirilemeyen huzur bozucu sarılıktaki tül perde,  aslında onlar için dükkana sinek girmesini engelleyen ve onun mahremiyetini koruyan bir savunma örtüsüydü. Ancak bu örtüyle daha bulanıklaşan dükkan dışardan bakan müşteriler için aslında pek de iç açıcı sayılamazdı. 

        Askerdeydi oğlu Ali Efendinin. Çocuklarından, önce , onu sayardı. Okumuş, büyük adam olmuştu onun için.  Ancak oğlu Ertuğrul, Açıköğretim Fakültesi birinci sınıfa  gitmiş, okulunu önemsememiş, sürekli uzatmıştı. Hatta üst üste çok kez sınıfta kaldığı için okulundan atılmış, sonra da askere gitmek durumunda kalmıştı. Ali Efendi, dükkanı oğluna bırakacaktı  ama onun okuyup da kendi  işini yapmasını daha çok tercih ediyordu. Kıt kanaat geçindikleri şu şehirde, diğer esnaftan daha ucuza satmak amacıyla küçük küçük yaptıkları indirimlerin sinir bozucu iç sıkıntısını çeksin istemiyordu oğlunun. Onun için, bir dar gelirlinin en sık başvurduğu çözüm çabası ne kadar çok okunursa o kadar çok kazanılır mantığına Sığınıyordu. Bu koskoca şehir, şu yaşadığı sıkıntılar, yıllardır  İstanbul 'da olup gece gündüz Çalışıp bir türlü büyütemediği bakkaliyesi dahi Ali Efendiye bu ülkede çok Çalışmakla çok para kazanmanın ayrı şeyler olduğunu göster, meye yetmemişti. Üstelik yanı başında yükselen tehlikenin de iç sıkıntısını  hissetmiyordu. Bu iç sıkıntılar daha  çok Makbule Hanımın hesabına yazılıyordu çünkü. Yan taraflardaki Huzur Market, kendini büyütme çabasında kendi öbür tarafındaki binayı da satın almış, artık market değil; süper, hatta hipermarket olma yolunda adımlar atmaya başlamıştı. Ali Efendi ise olup biteni adeta peygamber sabrıyla izliyor, Allah bizi de düşünür, aza kanaat getirmek gerek diyerek Makbule Hanımı telkin ediyordu. Ama Makbule Hanım, zaten zor denkleştirdikleri, sadece üç yıl gittiği ilkokulun kendisine öğretebildiği matematikIe zar zor hesaplayabildiği borçlarını nasıl ödeyeceklerini düşünüyordu kara kara. 

         Hayat zordu Ali Efendi için; çünkü onun aradığı sevgi titreşimleri giderek azalıyordu bu şehir büyüdükçe. Müşteriler her sabah daha bir asık ifadeyle dükkana geliyor, ekonomik kriz yüzünden aileler parçalanıyor ve bu gidişe bir son diyecek çözüm de bir türlü üretilemiyordu. Öte yandan Makbule Hanım için de zordu hayat. Onun mutluluğu, ailesinin bütünlüğü, mevcut hayat kalitelerinin düşmemesiydi. Ne var ki, bir yandan şu yeni açılacak süpermarket, öte yandan veresiye defterinden bir türlü vazgeçmeyen Ali Efendi yüzünden ailelerinin hayat kaliteleri gittikçe düşüyor, müşteriler veresiye borçlarını kriz bahanesiyle ödeyemiyorlardı. İyi niyetliden çok, saflığa kaçıyordu Ali Efendinin bu yaptıkları Makbule Hanıma göre. Ancak, kızgınlığı çabuk geçiyor, günün her dakikası kavga ettiği bu adamın efendiliğine ve melekliğine onu ilk gördüğü anki kadar hayranlık duyuyor, her huyuna rağmen onu çok seviyordu. Bu dünyaya göre değildi Ali Efendi; 0, öbür dünyanın adamıydı ama, onun bu iyi niyeti ve saflıkları ailesine mal oluyor, çoluğunun  çocuğunun rızkına zarar veriyordu Makbule Hanıma göre.  

          Pazartesi günü açılışı vardı Huzur Supermarketi 'nin. Ali Efedinin bakkaliyesindeki sekiz ayrı bisküvin oluşan  çeşitlilik , Huzur Süpermarket'te seksen çeşitte. 

        Aynı sokakta kurulu bulunan ilköğretim okulu da düşünüldüğünde, Huzur Süpermarket tam bir çocukları etkileme cennetiydi. Uzun uzun jelibonlar, renkli renkli bonibonlar ve daha niceleri, çocukların  cep harçlıklarını marketin kasasına anında indirecekti. Oysa Ali Efendi, onca yıllık esnaflık hayatı boyunca bu okuldaki çocuklrı cezbetmemek için öyle çok renkli yiyecekleri dükkanına almamış, sattığı birkaç çikolata ve bisküvi türünü ise, çocuklardan yemekten sonra yiyeceklerine dair sözü aldıktan sonra, çocuklara onları satmıştı. Eğer bir çocuk, bu abur cubur şeylerden almak isterse de, çocuğun sağlığı açısından bu ürünleri ona asla satmazdı. Çocuklarla her defasında sohbet eder; onların başını okşar ve ''bu memleketin sizin gibi akıllı yiğitlere ihtiyacı var'' diyerek onları yüreklendirirdi. Aralarında en efendi ve en çalışkan olanına ise sakız, çikolata hediye ederdi. Hatta çocuklar, bu en çok ''akıllı yiğit'' ilan edilene, kendi aralarında ''muhallebi çocuğu'' derler; örnek öğrenci olmanın bedelini arkadaşlarına ağır ödettirirlerdi. 

         Huzur Market nihayet açılmış, Ali Efendinin satışındaki beklenen düşüş ziyadesiyle hissedilmişti. Ali Efendi,  günden güne durgunlaşıyor ve bu durumun içinden çıkılması için hiç bir çözüm üretemiyordu. Yandaki Huzur marketlere sahibi İstanbul 'a yerleşeli daha beş yıl geçmesine rağmen, söylentilere göre bir mafya denen kişiye haraç ödüyor; o da marketin kasasına günden güne dolmasına göz yumuyordu. Hatta bir gün Huzur Market'in sahibi Ali Osman Bey, Ali Efendinin bakkaliyesine gelmiş, bakkaliyeyi yirmi bin dolar karşılığında ondan almak istemişti. Makbule Hanım, son zamanlarda içine düştükleri geçim sıkıntısını da düşünerek teklife soğukkanlılıkla yaklaşmış, Ali Efendiye bu parayla oğulları Ertuğrul 'a memleketleri Malatya'da bir dükkan açarız demişti. Ancak Ali Efendi bunca yıllık emeklerinin üç-beş yıl içinde kaybolmasına neden olan, kazançlarına haram para karıştığını düşünen Ali Osman Beye soğuk davranmış, bakkaliyenin  ederinin yarısı bile olmayan yirmi bin doları reddetmişti. Ali Osman Bey de, son derece mağrur bir ifadeyle, bugün olmasa yarın zaten satmak zorunda kalacaksın deyip bir eliyle düzelttiği bıyığını  öbür eliyle okşayarak, adeta bir kabadayı tavrıyla bakkaliyeden çıkmıştı. 

         Başarısızlığın  faturasını çok ağır ödüyordu Ali Efendi. Yanlışlık yeterince zeki olmamasına mı bağlıydı, yoksa hızla değişen dünyaya olan uyumsuzluğuna mı? Yoksa o sadece ahiretlik insanlara mahsus iyi niyetine mi? Sadece şu veresiye işinden vazgeçmemesinden bile milyarlarca  zararı vardı Ali Efendinin. Gücü kalmamıştı artık. Henüz yaşı ellilere dayanmış olmasına rağmen çok yorgun hissediyordu kendini çok... Yaşamına anlam veren tek şey, artık Huzur Süpemarket'in açılmasıyla bakkaliyeye gelen, sayıları gittikçe azalan çocukların  gözlerindeki ışıltılardı, onların parlak zekaları, aralarındaki minik sevimli şakalaşmaları ve seslerindeki coşkunluktu. Ne var ki, harcanıyordu bu güzelim çocuklar bu ülkede. Üstelik sağlıkları da bozulacaktı Huzur Süpemarket'ten aldıkları o boyalı şeylerden yiyerek... Ali Efendi mi esnaflığa göre değildi, yoksa esnaflık mı yanlış icra ediliyordu bu memlekette. Öyle ya Sağlık merkezleri gibi insan yaşamıyla oynayan kurumların bile artık salt para kazanmak hedefli çalıştıkları  düşünülürse; satış sektöründeki bu umarsızlığa belki de hiç şaşırmamak  gerekirdi. Yeni dünya düzeninin adı ne bilim, ne yaratıcı zeka, ne duygusallık, ne de mutluluktu. Düzenin adı apaçık paraydı, sadece para. 

          Makbule Hanımın derdi ise, son günlerde iyice artmıştı. Bir yandan askerdeki oğluna para yetiştirme çabası, öte yandan evdeki üç gelinlik kıza bakmak, artık ona çok ağır geliyor, günden güne zayıflıyor, midesine derin derin kramplar giriyor, gittikçe şişen ve katılaşan midesiyle bitap düşen bedeni artık sabah namazına dahi uyanmakta güçlük çekiyordu. Arada bir Ali Efendiyle Malatya 'ya baba toprağına taşınmayı düşünüyorlar, ancak Ali Efendi ''Elalem ne der hanım! Bizim ya da kızların başına bir iş gelmiş diye düşünürler.'' diyor, büyük şehirden tekrar köye dönmek olur mu sözleriyle ona karşılık veriyordu. Üstelik, oğulları Ertuğrul ne ederdi köyde! Haydi, kızların başını evlilikle bağlarız ama Ertuğrul sıkılır oralarda, diyordu. Elalem ne der çok önemliydi Ali Efendi için... Oysa Makbule Hanım, elalemden fayda yok bey, ''milletin ağzı torba mı ki büzesin'' diye karşılık veriyordu Ali Efendiye. 

            Makbule Hanım mide ağrıları için nihayet sağlık ocağına gitmiş, sağlık ocağı hekimi de ona birkaç ilaç yazıp, sonra onu Haydarpaşa Numune Hastanesi 'ne sevk etmişti. Ancak hastaneye gittiği sabahın daha sekizinde bütün numaralar bitmiş, Makbule Hanım o gün muayene olamamıştı. Sancıları sağlık ocağı hekiminin verdiği ilaçları alınca biraz azalıyor, ama bir türlü geçmek bilmiyordu. Anacığını düşünmeye başlamıştı Makbule Hanım o derin mide sancılarında. O da, barsaklarından çok çekmişti. Geceleri sabahlara kadar ağrıdan inler, sancıları bıçak saplanır tarzda olurdu. Her sabahladığı gecede Makbule Hanım onun hep yanında olur; annesinin barsaklarının yumuşaması için sabaha kadar ona bardak bardak süt içirirdi. Son günlerde bir de nerden geldiği bilinmez bir ölüm korkusu düşmüştü Makbule Hanımın içine. Aslında alt tarafı midesi ağrıyordu işte. Ama yaşanan hatıra1ar derin izler bırakıyordu insanlarda. Yıllar önce annesinin çektiği karın ağrıları, günden güne zayıflaması, birkaç yıl ancak sürmüş, bir sabah ansızın onu yatakta, cansız buluvermişlerdi. Daha sekiz yaşında, savunmasız, küçük bir kız çocuğu iken Makbule Hanım birdenbire yapayalnız kalıvermiş, üç küçük kardeşi ve bir huysuz babasına bakmak zorunda kalmıştı yıllarca... İlk başlarda her gece annesini geri vermesi için Allah 'a dualar etmiş, bazı geceler bu isteğinin gerçekleşmesi için gizli gizli sabahlara kadar namaz kılmıştı. Çünkü, ona Allah 'ın her şeye kadir olduğunu öğretmişlerdi; çünkü Allah 'ın annesini geri verme umudu onu derin ızdıraplarından bir nebze olsun arındırıyordu. Tam iki yıl geceli gündüzlü dualardan, İhlas, Kevser Surelerinden sonra anlamıştı Makbule her İsteğimizin dualarla gerçekleşmediğini, ölümün soğukluğunu ve geri dönüşümsüzlüğünü. Daha o zamanlardan kalmıştı zaten bu vesveseli hali, ruhundaki bu karamsarlık. En ufak bir sorunun en olumsuz halini hissetmek; yani hep kaybedeceğim korkusu, işte o ta yıllar önceki tortuların kalıntılarıydı. Çünkü insan kendisi İçin o en büyük kaybı bir kez yaşadı mı, artık hayatındaki her şeye onları kaybetme korkusuyla yaklaşıyordu.  

             Bir türlü geçmiyordu Makbule Hanımın şu uzatmalı mide sancıları. Yine mide ağrılarının tuttuğu gecelerden  birinin ertesinde bakkalda, aniden düşüp bayılıvermişti. Makbule Hanım. AIİ Efendinin bir anda eli ayağı birbiri, ne girmiş, etraftan birkaç esnafın da yardımıyla Makbule Hanımı Haydarpaşa Numune Hastanesi 'nin aciline getirmişlerdi. Yastık altındaki bütün birikimleri onun ancak bir iki gece hastanede kalmasına yetebilmişti. Mide kanaması demişlerdi Makbule Hanıma. Ertesi gün bir boruyla Makbule Hanımın midesine girmişler, kanamasını durdurmuşlar, o boruyla girdikleri midede doktorlar ''şüpheli'' diye adlandırdıkları bir şey gördüklerini söylemişler, ondan parça almışlardı. 

             Bir sonraki gün Ali Efendi, Makbule Hanımın hastaneden çıkmasını ümit ederken, hemşire hanım ona, doktor beyin kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Doktor önüne çıkmadan bir Anadolu beyefendiliğiyle Ali Efendi, ceketinin önünü ilikledi ve doktorun odasına öyle girdi. 

             -Buyrun beyefendi, oturun, dedi Doktor Bey. Makbule Hanımın midesine boruyu sokan doktordu bu. 

             -Teşekkür ederim efendim, dedi ve ayakta kalmayı tercih etti Ali Efendi. Doktor Bey devam etti: 

            -Beyefendi, eşiniz biliyorsunuz mide kanaması geçirdi. Ancak, sorun daha ciddi gözüküyor. Eşinizin midesinde bizim tıpta ''kitle'' adını verdiğimiz bir şey gördüm. Bu iyi huylu da olabilir, kötü huylu da. Ondan biz parça aldık; son kararı bu parçanın raporuna göre vereceğiz, ancak eşinizin son zamanlardaki kilo kaybı, halsizliği filan da düşünülürse maalesef mide kanseri olma ihtimali yüksek. Bizim hastanemizde bunun tedavisi var; ancak ücreti oldukça yüksek. Bu parayı karşılayabilecekseniz hastanızı yatıralım, dedi. 

             Bir doktorun bu tip bilgileri günde onlarca hastaya söylediği düşünüldüğünde bunlar aslında  çok kesin, açıklayıcı ve tatmin edici bilgilerdi. Ancak bir hasta yakını açısından, onun  hayatımdaki en trajik haberlerden birisini  böylesine bilimsel ve oluverdiği gibi almak oldukça şok edici bir olaydı. Ali Efendi için de aynen öyle oldu durum.Kanser sözünü duyduktan  sonra Ali Efendinin kulakları aniden başka hiç bir şey duyamaz oluverdi. Kanserdi yani uzun  lafın kısası, onun biricik karısı kanserdi ! Ağlayamıyordu, daha doğrusu ağlayamayacak  kadar donakalmıştı Ali Efendi. Bir anda tansiyonu düşmüş, Makbule Hanım gibi mide  kanamasından değil, ancak duyduğu haberin şokundan olduğu yere yığılıvermişti. Odadaki  doktorun ve bir hemşirenin müdahaleleriyle bir iki dakika içinde kendine gelmişti. 

             Gerçekten  de bir hafta sonra patoloji raporu doktorun tahmin ettiği gibi gelmiş ve Makbule Hanıma mide  kanseri kesin teşhisi konmuştu. Ancak kanser teşhisi konulduğunda kanser bağırsaklara çoktan sıçramıştı. Ali Efendinin, ''Neden Makbule Hanım'' sorusuna ise, ''En önemli faktör genetik'' diye cevap veriyordu doktor bey.Eşinin ve çocukların haberi olanca saklama  çabalarına ,rağmen Makbule Hanım, o şüpheci kişiliğiyle kısa sürede anladı kanser olduğunu ve durumun ümitsizliğini. Ali Efendi alelacele satılığa çıkardı dükkanı. Ancak Makbule Hanım, '' Ali Efendi zaten öleceğim, doktor ümitsiz diyor,öleceğim yere niye bir de o kadar masraf edelim. O bakkaliye çoluğumun çocuğumun rızkı'' diye karşı çıkıyordu.Biliyordu; bir  ailede annenin ölümü çocukları için tam bir sefillik demekti. Kader, Makbule Hanıma yıllar  önce yaşattığı ızdırabı şimdi onun çocuklarına yaşatacaktı. Ancak, Makbule Hanımın tüm  karşı çıkmalarına rağmen,bakkaliye on bin dolara hem de Huzur Süpermarket'in sahibine satıldı. Ali Efendinin bir iki gün içinde bakkaliyeyi satması gerektiğini öğrenince, Ali Osman  Bey önceki teklifi yirmi bin dolardan da vazgeçmiş, onların bu çaresizliğini fırsat bilerek  sadece on bin dolara alıvermişti dükkanı. Ali Efendi ise gururunu bir yana bırakmış, biricik  karısı Makbule Hanımın birkaç gün olsun daha fazla yaşayabilmesi için acele etmişti. 

                Makbule  Hanım kanser teşhisinden sonra ancak yirmi sekiz gün yaşayabildi. Bu süre içinde Ali Efendi  hastanede, eşinin hep yanında kaldı. Daha on altı yaşında onu ilk ..görüşte vücudunu alev  aldıran bu iyi niyetli ve alçakgönüllü adamın elini sıktı Makbule Hanım, o dayanılmaz kanser  sancılarında. lakin kanser denilen illetin ancak ikinci kür kemoterapisini aldıktan sonra bir  sabah aniden ayrılıverdi Makbule Hanım bu dünyadan. Cenazesi Malatya 'nın Akçahisar  köyüne götürüldü. Ali Efendi, son bir kez uğradığında eski mahallelerine, bakkaliyesi  yıkılmış,yerine yeni bir market inşaatına başlanmıştı; başlığı ise daha şimdiden atılıvermişti  ''Huzur Hipermarketi'' diye. 

                 Annelerinin ölümünden sonra kızlar ve biricik eşinin kaybıyla  acılı Ali Efendi hep birlikte Malatya ' daki köylerine geri döndüler. Ertuğrul ise İstanbul 'da  kaldı. Askerden döndükten sonra bir inşaat şirketinde kurye olarak çalışmaya başladı.

 
 
 
Türkiye  Bakkallar  ve  Bayiler  Federasyonu
Talatpaşa Bulvarı No: 136 / 10   Cebeci  ANKARA
Tel: 0312 - 3196150     Faks: 0312 - 3196158
info@tbbf.org.tr