Her günkünden daha erken kalkıp düştü
yola. Yamaçtan aşağı inerken adımlarım ağırlaştırdı. Kuşbakışı
seyrettiği ilçe derin bir uykudaydı. Derme çatma evlerin , arasından
geçerek ana yola çıktı. Alacakaranlığın içine serpiştirilmiş ışık
lekeleri gibi duran sokak lambaları iyice soluklaşmış, belli
belirsiz bir hal almıştı.
Bu sabah da, '' Aşık hayırdır
uykun mu kaçtı?'' diye soran çıkmadığı için, kimseye bir açıklama
yapmak zorunda değildi.
Bu soruyu kimi zaman kendi
kendine sorar; bazen 'alışkanlık'' diyerek geçiştirir, bazen de
saz-söz erbabı olmanın hikmetiyle;
Sabahın sesidir çağıran beni
Uyandıran odur, uyutan seni
Köyümüz eski de adetler yeni
Her esnaf siftaha erken çıkmalı
der; kendinden saatler sonra dükkan açan
komşularını ayıplardı. Kimseye duyurmadığı bu sözler,
hissettirmediği bu düşünce ona güç verirdi.
Fakat, gücünü kıran, sinirlerini
bozan bir şey, daha doğrusu bir ses vardı. Sahipleri çok eski dost
olan komşu dükkanlardan günün belli saatlerinde yükselen ve
tüylerini diken diken eden o CAAAŞŞ sesiyle ruhu bedeni sarsılır;
engel olamamanın çaresizliğiyle katlanırdı.
Depremin derinden gelen o boğuk
uğultulu, o ürkütücü gümbürtüsünün aksine, yüze inen şamar gibi
insanı irkilten bu sese alışamamıştı bir türlü.
Bu gün daha erken başladı
işkence! Sabahın köründe ilçenin derinliklerinden yükselen ses, tan
vakti sükunetinin güçlü iletkenliğiyle vücut kimyasını bozdu:
CAAAŞŞ!
Kulaklarından girip beynini
dolaşarak göğe ağan sesin, çukura uzanmış bir masal devi gibi
uyuklayan ilçe merkezinden yükselişini yıllardır duymamıştı. Demek
ki, bu sabah kendinden erken dükkan açmaya kararlı ya da uykusu
kaçmış bir esnaf daha vardı uzaklarda!
Her sabah, dükkanını açtıktan
sonra.kulaklarına saplanan sesin, daha içeri girmeden beynini
kemirmesi, Aşık Kurban 'ın keyifsizliğine cila oldu. Fesuphanallah
çekip devam etti yoluna.
Her halk ozanının olduğu gibi
onun da bir mahlası vardı: Kurban.
Asıl adı Hasan'dı ama, onu bu
isimle tanıyan sadece eski arkadaşlarıydı. Atışmalarda rakipleri
onun kurbanı olmaktan kurtulamadığı için bu ad verilmişti. Hoşuna da
gidiyordu: Kurban.
Babası, kıtlık yıllarının
ardından, ilçenin en ücra köşesine bu bakkalı açmıştı. Çok severdi
mütevazı dükkanı.
''Üç Nesil Üç Hayat''ta ''Eski
Zamanlarda Ramazan Hazırlığı''nı anlatan Refik Halit Karay'ın sözünü
ettiği, ''İyi evler mahalle bakkallarından alışveriş etmeyi
haysiyete muvafık bulmazlardı'' anlayışı, sadece İstanbul 'un
saraylarında, yalılarında, köşklerinde, konaklarında yaşayan
beylere, paşalara ve onların aile efradına has bir düşünce olduğu
için, Anadolu 'nun en gelişmiş ilinden en ücra köşesine kadar
dağılmış bakkallar tek alışveriş adresiydi.
Buna rağmen babası onu;
allı-güllü şekerler, arası nişastaya boğulmuş lokumla dolu 'bisküvi
tostları' yiyebileceği bakkal yerine, Demirci Asım'ın yanına çırak
verince çok şaşırmış, içten içe de kızmıştı. Ona kalsa bakkalı
tercih ederdi.
Demircilik eskinin en kazançlı
zanaatlarındandı. Öyle her kapıda bir otomobil, traktör yoktu o
zamanlar. Eşeği olan mutlu, katırı olan şanslı, atı olan zengin
sayılıyordu. Tarım aletlerinden at koşumlarına, mutfak eşyasından av
malzemelerine kadar her alanda kullanılıyordu demir.
Oğlunun geleceğini düşünen
babası, bu yüzden ileride demirci dükkanı açmak istiyordu ona.
Mesleğe ısınsın diye, ''Demircilik ölmez zanaat'' diye öğütler
verirdi sık sık. Kendisi demircilikten önce ölünce, ailenin tek
geçim kaynağı olan bakkal, Kurban'ın eline kaldı. O da, canını
dişine takıp bakkalı ve aileyi bugünlere getirdi..
Küçüklüğünden beri aklı fikri,
kimin aldığını, kimden kaldığı bilmediği, bakkalın duvarında asılı
duran sazdaydı. Bu sazla oynamasına kimse bir şey demezdi. Hiç
kimsenin eline alıp çaldığını da görmemişti. Sanki, sadece kendisi
kullansın diye gökten zembille inmişti !
Kısa süre içinde sazıyla
sözünü birleştirdi. Bir de baktı ki; Hasan Kılıç ölmüş, Aşık Kurban
almış yerini! Kendisi bile farkında değildi bunun; ne zamana kadar
Hasan'dı, ne zamandan beri Kurban, hatırlamıyordu.
Sazına, sözüne çok şey
borçluydu. Çok yer gezmiş, çok gün görmüştü.
Aradan uzun yıllar geçti...
Artık yaşlandığını o da biliyordu. Bir şeyin daha farkındaydı;
seksenine merdiven dayamışlığın bilgeliğiyle daha bir hatırı
sayılır, sözü dinlenir olmuştu.
, ''Taymis Kıyıları''ndan
''Londra Göründü''ğünde Anadolu'yu anan ve Anadolu insanının
çektiklerini, ''İngiltere'nin sulhu kadar harp! Rahatı kadar
ıstırap!'' şeklinde özetledikten başka; ''Birkaç asırlık İngiliz
tarihinde, belki şimdi 40 yaşında bulunan bir Türk'ün hayatından
daha az facia vardır'' diyen Falih Rıfkı Atay'ı haklı çıkarmak
istercesine; sohbetlerinde sıkça, ''Bu millet çok çile çekti, çok
acılar gördü'' der, destancılık günlerini yad ederdi.
Savaşlar, kıtlıklar, yokluklar
en çok kadınları, çocukları vurmuştu. Kurban, bu koşulların türlü
felaketlere ittiği insanları dizelerine yansıtmıştı, ozan
duyarlığıyla.
Düşman girdi yurdun dört bir
yanına
Kıydı nene, torun, gelin canına
Zulüm dokununca yiğit kanına
Şahlandı bu millet Atatürk ile
-Şimdikilerin hoyratlığına,
hortumculuğuna bakıp da bu ülkeyi yolda bulduk sanmayın. Ne
zulümler, ne katliamlar gördük. Cepheden cepheye koşanlar, gidip de
gelmeyenler unutuldu şimdi. Çekilen çileler, yaşanan acılar üzerine
çok destan yazdım, derken gözleri dolar ve eklerdi: Sokak sokak
dolaşırdım. O zaman sesim çok gürdü. Yanık yanık okur, satardım bu
destanları...
Artık ne Türkiye eski Türkiye'ydi, ne de ilçe eski ilçe.
Çevrede başka küçük dükkanlar da açılmıştı zamanla.
Keyifsizliği üzerinden atmak
için, ''Aşık kendine gel'' diye telkinde bulunurken, yine o sesle
irkildi:
CAAAŞŞ!..
İki dükkan ötedeki komşu esnaf ,
hiç olmadığı kadar erkenden gelip kendisi ile aynı saatte dükkan
açıyordu. Dün akşam kapatırken de o kahrolası sesi çıkaran kepengi
kaldırıyordu. Göz göze gelince selamlaştılar.
-Hayırlı işler komşu...
-Hayırlı işleeer...
Bir süre sonra, uzak-yakın
başka dükkanların kepenglerinden de yükseldi aynı gürültü:
CAAAŞŞ!..
O çirkin seslerin sinir
bozukluğunu üzerinden yeni atmıştı ki, oğlu Ömer telaşlı bir
sevinçle girdi içeri.
-Merhaba baba, kolay
gelsin...
-Sağ olasın evlat, hoş geldin.
Önemli bir haber verecekmiş
gibi, tabureyi babasının yanına çekti Ömer.
-Bu iş böyle yürümez baba...
Aşık şaşırdı.
Hangi? Hangi iş evlat...
-Hangi iş olacak baba, bu
bakkal dükkanı...
-Neyi var oğlum dükkanın? Çok
şükür işlerimiz de iyi...
-Ne iyisi?.. Ne onduruyor ne
öldürüyor, süründürüyor... Bak dinle; bizim köylü Hamo'nun oğlu
İzzet var ya...
-Şu banka müdürü mü?
-Evet, konuştum onunla. Dedim
ki; İzzet Abi bizim dükkanı biliyorsun, ömrünü tamamladı artık.
Kredi açsan da, şöyle ilçenin şanına yakışır bir mağaza kursam,
dedim...
-Eee, o ne dedi?
-Ne desin, hay hay, dedi...
Bakışları ve ses tonuna
bilgelik kattı Kurban. Önemli laf edeceği zamanlar bu hallere
bürünürdü. Eğer bu işi yapmayı kafaya koyduysa devlete
bulaşmamasını, başka yollar bulmasını söyledi Ömer ' e.
Her gün '' Allah zeval
vermesin'' diye dua ettiği devletten, taa gençlik yıllarına dayanan
korkusu vardı. O zaman, devlet köylüye tohumluk buğday dağıtıyormuş.
Amerika'nın hibe ettiği filan söyleniyormuş. O da almış... Amerika
hibe etmiş ama, devlet hasattan sonra geri istiyor...
Serde aşıklık var ya, o düşmüş
yollara, aile göçmüş ilçeye. Buğday borcu da gümbürtüye gitmiş!..
Gerisini daha bir ciddiyetle anlattı Ömer'e:
-Devlet bu oğlum, alacağını
kor mu millette. Y ı11ar sonra buldular beni. Fazlasıyla aldı1ar
bedelini.
Başkaları görüşüne çok önem
verse de; Ömer, babasını dünde yaşayan, bugüne yabancı, yarından
uzak biri olarak görür, fakat bunu anlamaması için kullandığı
sözcükleri büyük bir özenle seçerdi. Yine öyle yaptı.
Ya 0, o zamanmış baba. Şimdi
birileri bankasını hortumluyor gık yok devlette. Hem biz ödemiyecez
demiyozki...
Ömer'in sözünü kesti Aşık:
-Yok yok, öyle deme; devlet
sopasını göstermez oğlum. Zamanı gelince yen mi yemen mi!.. Hem,
benim bildiğim devlet, işini sağlama almadan para mara vermez adama.
Senin neyine güvenip de para verecek ki ?
Başını önüne eğip ensesini
kaşıyan Ömer, sesini kısarak anlattı krediyi nasıl alacağını:
-Evi ipotek ettirmemiz
gerekiyor...
Kolay kolay sinirlenmediği
bilinen Aşık Kurban, birden köpürdü:
-Olmaz öyle şey! O ev bana
babamdan kaldı, sana da babandan kalacak, senin oğluna da
babasından... Annen, .karın, çocukların hep o evde oturuyor. Bak,
ben de gelmişim seksenime. Diyelim yürümedi işlerin, battın; ne
olacak?.. Banka gelip el koyacak...
Ömer kararlıydı:
-Baba bu işi yapmam gerek.
Hatta dükkan bile hazır. Kaymakamlık var ya, onun hemen yanında...
-Öyleyse evi unut, başka yol
bul...
Babasının desteğini alacağına
öylesine inanmıştı ki; hayal kırıklığı içinde ayrıldı dükkandan.
Kapıya varınca geri dönüp seslendi:
-Evet baba, başka bir yol
bulacağım...
Gerçekten de bir yol buldu.
Herhangi bir esnaf odasına,
demeğine, birliğine üyeliği olmadığı için, esnaf kredisine oranla
daha yüksek faizli krediden kullandı. Bu para yetmeyeceği için,
eşten dosttan da mark, dolar topladı. Kimi, yapacağı işin
büyüklüğüne güvenip verdi parayı; kimi de Aşık Kurban 'ın
hatırına...
Kurban, ev ile ilgili
düşüncesi bir yana; fakülte okumuşluğuna, dürüstlüğüne,
çalışkanlığına güvenirdi Ömer'in. Bu kararlı tavırları da hoşuna
gidiyordu..
-Deli oğlan kafaya koymuş bir
kere, kuracak bu işi...
Yol göstermek, öğüt vermek
için dükkana çağırdı. Kırgın olmasına rağmen, koşarak gitti Ömer.
Babasının olurunu alması, hem moral hem de çevrenin kendisine bakışı
açısından önemliydi. Öyle ya, herkes tarafından sevilen,
sözü-sohbeti dinlenen, gerektiğinde danışılan 'akil biri değil
miydi Aşık? Hem belki de, bakkalı kapatıp dükkanda durmaya razı
edebilirdi. Ne de olsa herkes tanırdı onu. Müşteri sayısının
artmasını bile sağlardı.
-Bak oğlum, diye söze başladı
Kurban. Artık dönüşü olmayan bir yola.girdin. Hayırlı uğurlu olsu.n,
Allah utandırmasın . Şunu hiç aklımdan çıkarma, sen bir esnafsın
artık. Akla getirmek bile akla ziyan amma; bu işte, ihya olmak da
var, bitmek, batmak da...
-Ağzından yel alsın baba...
-Doğru da, işler yolunda
giderse zaten mesele yok evlat. Nice biten, batan esnaf gördüm ben.
Onun için sana , söyleyeceğim şudur: Bittiğini anlarsan dur, bir
adım öte gitme. Gidersen batarsın Şunu bilesin ki; bitmiş esnaf
hala bataklığın üstündedir, bir süre sonra sıfırdan başlayabilir.
Batanın işi zor; çamura gömülmüş demektir. Düzeni bozulur, hapislere
düşer, yuvası dağı1ır...
Her sözüne kafa sallayarak,
'mesaj alınmıştır' izlenimi veren Ömer, rahatlatmak istiyordu
babasını.
-Merak etme, her şeyi ince
ince hesapladım. İki sene içinde borcum kalmaz; beş sene içinde de o
dükkanı satın alırım evelallah...
-İnşallah! Yine de dediklerimi
unutma ha...
Bu sözlerden cesaret alan
Ömer sadede geldi:
-Baba biliyorsun orası benim
değil senin. Mağazanın başında görmek isterim seni. Kabul et artık,
bu bakkaldan sana da hayır yok. Giyersin tertemiz ütülü
elbiselerini, oturursun dükkanın önündeki sandalyeye, eski dostlarla
sohbet eder, hasret giderirsin. Gelenin gidenin hiç eksik olmaz.
Burada pas tuttun iyice.
Belli etmedi ama, Ömer'in
böyle düşünmesine çok üzüldü Kurban. Halbuki, onu düne götüren,
bugünde yaşatan, yarına taşıyacak tek araçtı bu mütevazı dükkan.
-Sağol evlat, benim bu bakkalı
terk etmemin mümkünü yok. Burada yalnızlık çektiğimi de nereden
çıkardın? Sen yalnızlığın kalabalığı nedir bilmezsin. İşte o
kalabalığı içindeyim bu dükkanda. İstediğimle sohbet ediyorum,
istemediğimle kavga! Hatta aralarında atıştığım aşık dostlarım bile
var. O mağaza bana göre değil; beni sıkar, öldürür...
Ömer, ısrar etmesine gerek
kalmayan bir kararlılıkta gördüğü için, ''sen bilirsin baba'' diye
bitirdi sözlerini.
Sohbet uzayınca, vaktin nasıl
geçtiğini anlayamamıştı baba oğul.
Birbiri ardına duyulan o
sesler yine kulakları yırtarak haber verdi Cuma vaktini.
CAAAŞŞ!..
CAAAŞŞ!..
Esnaf cuma namazı için kepenk
indiriyordu. Öğlen saatlerinde ezandan önce bu sesler yoğun biçimde
duyuluyorsa, günlerden cuma demekti. Yeleğinin cebinden çıkardığı
köstekli saate bakan Kurban, birden ayağa kalktı: 00 vakit gelmiş.
Seslere de tepkisiz
kalamadı:
-Mağazanın önüne demirden set
çek amma, şu kahrolası sesi çıkaran tenekelerden taktırma, dedi
Ömer'e. Hadi bakalım Cuma'ya...
Ömer önden çıktı. Kurban
kapıyı kilitlerken çocukluk arkadaşı Nusret'in sesi geldi uzaktan:
-Camiye mi Aşık?
-He...
Aşıklar arası atışmalarda,
Kurban'ın en büyük rakibi, 'Dayı ' mahlaslı bu Nusret'ti.
Kavgacılığı ile tanındığı için Aşık Dayı ' derdi herkes ona. Ancak,
zamanla kabadayılığı gibi aşıklığı da yok olmuştu. 0 şimdi Hacı
Nusret'ti.
Kurban '1 çok iyi tanır ve
severdi. Böyle kısa cevaplar veriyorsa bir derdi var demekti.
-Ne o sıkıntılısın...
-Sıkıntı değil, endişe be
Dayı. Bizim oğlan tutturdu büyük bir mağaza açacağım diye.
-Bunda endişelenecek ne var
Kurban. Keşke benim de oğlum olsa da işleri büyütse.
-Öyle deme Nusret. Bizim
etimiz ne budumuz ne; İzzet'le konuşmuş, bankadan para çekecekmiş.
Hacı Nusret'in de devlet
korkusu vardı ama, farklı düşünüyordu.
Bilirim, devlete bulaşan
iflah olmaz. Neylersin ki, bu işler böyle dönüyor artık. Parayı alır
işi tutturursan ne ala; batarsan, yandı gülüm keten helva, mazaallah...
-Ben de onu dedim. Tutturmuş
evi ipotek gösterelim diye. Oğlum, ya batarsan; çoluk çocuk, karın,
yaşlı anan perişan olur dedim. Burası Türkiye Dayı Nusret, harap
olmuş nice abatlar gördük biz...
-Doğru...
Nusret, kafası karışık olan
Kurban 'ı rahatlatmak için , eski günlere götürdü sözü.
-Eskiden ne iyiydik. Şimdiki
gibi herkes birbirinin kuyusunu kazmıyordu; sevgi, saygı vardı.
Hele, bizim atışmaları hatırlasana...
-Hatırlamam mı? çoğu göçüp
gitti bu dünyadan, gelenekler de fantezi oldu gayri. Ne günlerdi o
günler. Sazına sözüne güvenen herkes katılırdı yarışmaya. Atışmalar
da da hep ikimiz kalırdık finale. Bir seferinde;
Bende türlü çeşit malın
iyisi
İster leblebi al ister kayısı
Karşımda duruyor köprü Dayı 'sı
Esnafım dese de inanmam ona
deyip seni kızdırmıştım da, edecek sözün
bitince ağzın geleni saymıştın.
Sen de köprüyü geçene kadar
Dayı demesiydin!
Yaşlı buruşuk bedenleri
titreten kesik kahkahaların ardından, ''Yine de dostça bitirirdik''
dedi Nusret.
-Doğru dostça bitirirdik.
Hatta birini hiç unutmam:
Bulurum sanıp da arayıp
durma
En hasından he mi bendedir hurma
Herkese sor amma Dayı 'ya sorma
Daha da aı3s1 ondadır onda
-Ben ne dediydim?
Bu aşık tacirin dükkanı
dardır
Onda Ahilikten bir maya vardır
Kurban 'dan hasını bulması zordur
Benden de alası ondadır onda
Yorgun gülüşler eşliğinde
camiye yaklaşırlarken, yine o vahşi sesle ürperdi Kurban:
CAAAŞŞ!
-Allah kahretsin, dedi. Şu
mübarek günde insanı günaha sokuyorlar. Yaa Dayı, sen de
taktırmışsın şu tenekeden. Arkadaş, biz böyle mi gördük? Dükkanın
kapısını açık bırakıp gitmez miydik camiye?..
-Öyle deme Kurban, devir
değişti. Biliyorsun bizim dükkana iki kere hırsız girdi. Mecbur
kaldık o kepengi taktırmaya.
-Canım şart mıydı o teneke!
Pencerelere, kapıya bizim gibi demir taktırsaydın olmaz mıydı? diye,
görüşünde ısrar etti Kurban. Etti etmesine de içinden de hak vermedi
değil. Ne de olsa mal canın yongasıydı. Dükkanına iki kere hırsız
girmiş bir esnaf, elbette her türlü önlemi alacaktı. İster demir
taktırırdı, isterse galvaniz kepenk. Bu yüzden olsa gerek, dönüşte
duyduğu aynı seslerden önceki kadar rahatsız olmadı.
Ömer, kısa süre içinde
açılışa hazır hale getirdi mağazayı. Aşık Kurban, açılışın şeref
konuğuydu. Israrlara rağmen kurdeleyi torunu Sinan 'a kestirdi.
Hakkıydı, Sinan lise öğrencisi bir delikanlı olmuştu artık; ailenin
geleceğini o temsil ediyordu ne de olsa. İki tane koç kurban etti
Ömer. Kurban, kurbanın kanına bandırdığı işaret parmağını Sinan'ın
alnına dokundurdu...
Ömer'e kalsa kesmeyecekti;
böyle durumlarda kan akıtılmazsa çevrenin diline düşeceğini; en
küçük bir aksiliğin, 'kurban kesmemekten kaynaklanan uğursuzluk'
sayılacağını biliyordu.
Mağazanın önü çiçek tarlasına
dönmüştü. Belediye başkanından banka müdürüne, bürokratlardan esnaf
arkadaşlarına kadar birçok dost ve tanıdığın isimleri yazılıydı
çiçeklerin üzerinde. Koca çelenkleri yanlamasına saran kağıt
şeritler üzerindeki firma ve şahıs adları, yaldızlı harfleriyle göz
kamaştırıyordu. Her şey çok güzeldi. Kırmızı-beyaz kocaman ışıklı
tabelanın altında ışıl ışıl, rengarenk vitrini ile ilçeye ayrı bir
hava veriyordu mağaza.Gerçek insan gibi duran mankenlerin üzerindeki
giysiler; göz alıcı renk ve desenleriyle bir tabloyu andıran
eşarplar; türlü-çeşit kunduralar, terliklerle doluydu vitrin.
Aşık Kurban, gurur duydu
oğluyla. Ev konusundaki tavrı için utandı içten içe. çürümeye yüz
tutmuş ahşap kapısı; zor okunan ' Aşıklar Bakkaliyesi ' yazılı
mavi-beyaz el kadar tabelası ve boyasından çok pası olan pencere
demirlerinin ardına sığınmış bakkalı geldi gözlerinin önüne.
Ezilmişlikle harmanlandı utancı. Mağazanın içine girince, çelişik
duygular başını döndürdü. Tıka basa mal dolu rafları hayranlıkla
izlerken; bir yandan gurur duyduğu oğlunun sırtını sıvazlıyor; bir
yandan da, bazı bölümleri boş raflarında ucuz gıda maddeleri,
deterjan ve tekel ürünleri bulunan bakkalını düşünüyordu. Bu kez
tamamen hak verdi oğluna.
-Doğru söylüyor, o dükkan
insanı ne ondurur ne öldürür, süründürür!
Yine de kıyamıyordu;
''Olsun, ben yaşadıkça o bakkal da yaşayacak'' diye geçirdi içinden.
Oğlunun, ''Baba gelir misin?'' sesiyle yeniden mağazaya döndü.
-Gel bak, sayın belediye
başkanımız da şereflendirdi açılışımızı.
-000 hoş geldin başkan.
-Hoş bulduk Aşık, hayırlı
uğurlu olsun.
-Sağ 01 başkan, inşallah
sonuna kadar hayırlı olur.
-Çok iyi gördüm seni.
Epeydir uğramıyorsun; sazına sözüne hasret bıraktın bizi...
-0 yokuştan aşağı inmeye
iniyorum da çıkmak öldürüyor başkan...
-Dur hele, sen daha ne
yokuşlar çıkarsın Aşık.
İçerisi arı kovam gibiydi.
Birdenbire sıkıldı Kurban. Aşıklar şöleni dışında böyle
kalabalıklara alışık değildi. O da yıllar öncesinde kalmıştı zaten.
Ömer'i iki yanağından, Sinan’ı alnından öperek veda etti.
Kalması için ısrar eden
oğlu ve torunu da elini öperek uğurladı onu.
Ağır adımlarla caddenin
karşısına geçen Kurban, dö1nüp mağazayı seyretmeye başladı. Sinan 'm
kendisine el salladığım görünce o da karşılık verdi. Bir anda el
sallaması durdu, yüzündeki tebessüm dondu! Tabelanın altında,
geniş, yuvarlak, kocaman bir metal boru gibi yatan galvaniz kepengi
görmüştü.
Durduk yerde, kulakları
patlayacaktı nerdeyse o sesle.
CAAAŞŞ!..
El1eriyle kulaklarını
kapattı. Arkasından bakakalan torununa son bir kez daha el
sallamadan, yokuşa vurdu kendini.
Hoş sohbetler, şen
kahkahalar arasında saatlerce sürdü açılış töreni.
İşlerin iyi olacağı daha ilk
günden belliydi. Ömer; İstanbul, Bursa, İzmir gibi büyük
şehirlerdeki tekstil üreticilerini ziyaret etmiş, yeni açtığı
mağazası için ucuz ve kaliteli mallar getirmişti.
Her şey Ömer'in düşündüğünden
de iyi gidiyordu. Borçlarını zamanında ödüyor, dükkanına yeni mal1ar
getiriyor, para bile biriktiriyordu. Çocukluğundan beri babası ile
birlikte oturduğu evden, mağazanın yanındaki kaloriferli bir daireye
bile taşınmıştı. Dürüst ve çalışkandı Ömer. Gecesini gündüzüne
katıyordu. Başarılı olmak için bir esnafın yapması gereken ne varsa
fazlasıyla yerine getiriyordu. Her akşam babasına uğruyor, hem hayır
duasını alıyor hem de işlerin ne kadar iyi gittiğinden söz ediyordu.
Bir ihtiyacı olup olmadığını sorduğunda ise aldığı yanıt hep
aynıydı:
-Sağ olasın oğlum, hiçbir
ihtiyacım yok. Başarın için dua ediyorum. Gözüyün önüne bak, har
vurup harman savuracak zaman değil. Parana puluna sahip ol…
Karısının ısrarları sonucu
yenilediği ev eşyalarını kastettiğini sandı.Yok baba, eve bir iki
parça eşya aldık o kadar.
İşlerin yolunda gitmesinden
cesaretlenen Ömer, kısa süre sonra mağazadan alışveriş yapanların
mallarını taşıyan kamyoneti, daha büyüğü ve modeli daha yüksek
ola1nıyla yeniledi. Eşyalar da, kamyonet de hep yeni borç demekti.
Olsun, ödüyordu ya...
Yaz aylarında da işler iyi
gitti. Tatilini geçirmek için ilçeye gelen gurbetçilerin uğrak yeri
oldu Ömer'in mağazası. Oğlunu, kızını, yeğenini evlendirenler ilk
ona geliyordu. Burada bulamadıkları bir şey varsa diğer mağazalara
gidiyorlardı.
Ömer 'in başarısı,
başkalarının da iştahını kabarttı. Banka Müdürü İzzet'in kardeşi
Rıza da bunlardan biriydi. Uygun koşullarda abisinden yüklü miktarda
kredi koparan ve buna, Almanya'daki kayınbiraderinin gönderdiği
marklarla, köyde sattığı iki tarlanın parasını da ekleyen Rıza;
ilçenin en modern binasının üç katını kiralayarak Ömer'in tam
karşısına dev bir mağaza açtı. Rıza, her şeyin daha iyisini daha
ucuza satıyor; kozmetikten sebze meyveye kadar, bir evin tüm
ihtiyaçlarını karşılayabilecek ürünleri bulunduruyordu.
Ömer 'in Rıza ile rekabeti
olanaksızdı. Önce rekabetin acımasız yüzü gösterdi kendini ve
müşterilerinin büyük bölümünü kaybetti. Ardından, sonbaharla
birlikte büyük sıkıntı yaşamaya başladı. Müşteri say1sı iyice
azaldı. Gelenlerin çoğu da, ayıp olmasın diye uğrayan ve tutarı
düşük alışverişler yapan tanıdıklardı.
Babasına haftada bir gider
oldu Ömer. Renk vermemeye çalışıyordu ama, Kurban, bunları yutacak
biri değildi. İşlerin bozulduğunun farkındaydı. Yapacak fazla bir
şeyi olmadığı için, ara sıra öğüdünü hatırlatıyor, bitmekle batmak
arasındaki ince çizgiye dikkat çekiyordu.
Bu sözler Ömer'i daha da
hırslandırıyordu. Babasına mahcup olmak istemiyordu. Bitmek üzereydi
ama yine de kurtulmanın yollarını arıyordu.
Çaresiz kalan her esnaf
gibi tefecilerin kapısını çaldı sonunda. Çok ağır koşullarda hem de
döviz olarak yeni borçlar aldı.
Eylül, ekim aylarını, bu
şekilde geçirdi. 'Sinek avlayan ' tüm esnaflar gibi boş zamanı
arttığı için bol bol gazete okuyor, televizyonda haberleri
izliyordu. Başbakan, Maliye Bakanı, Ekonomiden Sorumlu Devlet
Bakanı, Merkez Bankası Başkanı ve ağzını açan her yetkili, Türk
ekonomisinin başarılarından, yarına dönük büyük umutlardan söz
ediyordu. Sekiz aydır yerinde sayan dövize bakıp, Türk Lirası'nın
değerlendiğini sananlar gibi düşünüyordu Ömer de. Buna rağmen, kendi
durumunun her geçen gün daha da kötüye gitmesine akıl
erdiremiyordu.
Kasım ayı geldiğinde herkes
gibi Ömer de yeni yıla ilişkin projeler üretmeye, içine düştüğü
sıkıntılardan kurtulmanın planlarını yapmaya başladı. Ya mağazayı
başka yere taşıyacak ya da Rıza'nın mağazasında bulunmayan ürünlere
getirip satacaktı. Onunkinden daha büyüğünü açması ve malı ondan
ucuza satması mümkün değildi çünkü.
Bu arada, beklenmedik bir
gelişme oldu ve mağazayı devralmak isteyen bir müşteri çıktı. Kasım
ayı başında görüştüğü müşteri çok ciddiydi. Ömer'den, bir sonraki
buluşmaya kadar hesabını kitabını iyi yapması, malların sayımıll1
tamamlaması ve 'insaflı ' bir fiyat belirlemesini istiyordu. Öyle
sevinçliydi ki; babaSlll1n duymasıll1 ister gibi yüksek sesle
konuştu:
-Sözünü ettiğin o adımı
atmaktan vazgeçtim baba...
Unuttuğu bir şey vardı;
Aşık Kurban bir de derdi ki; burası Türkiye, harab olmuş nice
abadlar gördüm...
Müşteri ile görüşmesinin
ertesinde kolları sıvadı. Vitrindeki, raflardaki malların dökümünü
çıkarmaya, bunları fiyatlandırmaya başladı. Bu arada kendi kendine
de konuşuyordu:
-Bir kaç gün içinde sayımı
tamamlarım; önce kar edeceğim bir fiyat çıkarırım, itiraz ederse
zarar etmeyeceğim fiyat da cebimde hazır olmalı. Çok üstelerse az
bir zararına bile devrederim...
Rekabetin acımasızlığından
daha yıkıcı bir şey vardı ve Ömer bu felaketin kapıya dayandığından
habersizdi: Kriz...
Kısa süre sonra ülkenin
büyük bir ekonomik krize gireceğini bilse böyle düşünmezdi elbette.
Takvimler 22 Kasım '1
gösterirken patlak veren krizi, çoğunluk gibi Ömer de, ''bu millet
krizlere şerbetli'' diye değerlendirdi: Nitekim, yetkililer her
türlü tedbirin alındığını; ekonomik programdan, enflasyon hedefinden
vazgeçilmediğini söylüyordu.
Mağazayı almak isteyen
müşteri bir daha görünmedi ortalıkta. Tüm esnaflar gibi Ömer de çok
sıkıntılı iki ay geçirdi 19 Şubat 2001 akşamı televizyonda haberleri
izlerken; Cumhurbaşkanı 'nın Başbakan 'a, Başbakan Yardımcısı'nın
Cumhurbaşkanı'na anayasa kitabı fırlattığını duyunca güldü ve
tepkisini, ''çocuk gibiler'' diye gösterdi. Hemen ardından açıklama
yapan Başbakan'ın ''bu bir devlet krizidir'' sözlerini ise, rutin
atışmalardan sandı. Bu olayın, Türkiye 'yi daha büyük felaketlere
sürükleyecek bir kasırgaya dönüşeceğini nereden bilecekti.
Korkulan kasırga
gecikmedi; ertesi gün Türkiye'yi önüne katıp savurmaya başladı.
Herkes can derdine düşmüştü! Bir anda yoksullaşanların feryadıyla,
bir gecede zengin olanların sevinci, ne yaman çelişkiydi ! Tek
sermayesi emeği olan işçi-memur da, bu ülke için her fedakarlığa
katlanan esnaf-sanatkar da, sermayenin sembolü olmuş Sakıp Sabancı
da ağlıyordu.
Dünyanın patronu,
Türkiye'nin ağabeyi Amerika bile şaşkındı! Yetkililerimiz her kriz
sonrası olduğu gibi yine kapısına dayanınca, dayanamayan Amerika;
yapılan yardımların nereye gittiğini merak etip, ''Kardeşim, size
verdiğimiz bu dolarlar bize gökten zembille inmiyor. Kendinize çeki
düzen verin. Bu soygun düzenini yıkmazsanız, para değil pul bil~ yok
size'' diyerek, tehdit ediyordu.
Amerika tehdit eder de
Avrupa durur mu? Onlar da, ''Şu ne idüğü belirsiz ihale kanununuz
var ya, onu hemen değiştirmezseniz zırnık yok size.
Demokratikleşmeyi de unutmayın haaa!'' diyordu.
Bu arada, uygulattığı
program iflas eden IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar da
Türkiye'nin yakası toplamış talimatlar yağdırıyordu. Kriz öyle bir
noktaya vardı ki; bu kuruluşlar Türkiye'nin yakasını bırakıp da,
''ne haliniz varsa görün'' dese, bu kez de kapıda 'sosyal patlama ,
.canavar bekliyordu! Herkes bunun bilincindeydi.
Ömer ve Ömer gibiler
derdine yanarken; IMF de herkesin bilincinde olduğu korkunun
farkındaydı. ''İmdaat!..Para gönderin'' çığlığını duyuyor ve
Türkiye'nin 'niyet'ini bir kez daha öğrenmek istiyordu:
-Hemen bir ulusal program
hazırlayın ve şu 15 kanunu acilen çıkarın. Sonra da bir niyet
mektubu daha getirin...
Dünya Bankası ise, ''IMF'nin
istekleri benim de isteklerimdir; yerine getirirseniz size şu kadar
dolar; yoksa, , yok..'' dayatmasıyla, Türkiye'yi ''kurtarmaya''
çalışıyordu!
Ömer (ve gibiler),
kurtuluş ışığı beklerken, bir Derviş düştü gökten! Ne dese oluyor,
ne istese yerine getiriliyor. Gak deyince para yağıyor (!) guk
deyince Meclis'ten yasa çıkıyordu!
Türkiye'nin dış borcu 100
milyar doları aşmışken, daha ağır şartlarla verilen on milyarlarca
dolarlık krediler bile rahatlatamıyordu piyasaları. Yine de, ''bunca
dolardan bize de bir şeyler düşer herhalde, diye bekleyen Ömer (ve
gibiler) bir kez daha yanıldı. Paralar batık bankaları kurtarmaya
gitti. İşçi, işveren, memur gibi esnaf da havasını aldı. Varsa yoksa
bankalardı kurtarılmak istenen!
Ne TESK, TOBB, ATO gibi
esnaf ve tacir kuruluşlarının; ne TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ gibi işçi
konfederasyonlarının; ne diğer sivil toplum örgütlerinin; hatta, ne
de anlı-şanlı TÜSİAD'ın uyarılarını, feryatlarını duyan vardı.
Türkiye yangın yerine dönmüştü...
Ömer; işçiyi, memuru,
esnafı silindir gibi ezen krizleri protesto etmek için otomobilini
yakan Turan Pektaş'ın televizyon ekranlarından Türkiye'ye yayılan,
''elektrikçiyim ve iflas ettim, her şeyimi kaybettim'' feryadını
duyuyor; kendi sessizliğine saklanarak kaçınılmaz sonu bekliyordu.
Bursa'dan Ankara'ya
gelerek Başbakanlık önünde protesto eylemi yapan Coşkun Yıldız'ın
çığlığı da kendi isyanına ne kadar benziyordu:
-Ben de bu ülkenin
vatandaşıyım. Ben namuslu bir vatandaşım, Krizleri ben çıkarmadım.
Gece-gündüz dürüstçe çalıştım ama battım, yardım edin…
-Tıpkı ben, diye geçirdi
içinden...
Yedi milyarlık kredi borcu
için tankerine haciz kararı çıkarılan ve işsiz, parasız kaldığı için
ekmek teknesini Başbakanlık önünde ateşe veren Kazım Gemalmaz'ın
derdi de aynıydı. Polislerin karga tulumba götürdüğü Gemalmaz 'ın
sesi hala kulaklarındaydı:
-Açım, evime ekmek
götüremiyorum...
Başbakanın önüne atılan
yazar kasa görüntüsü, Türkiye'nin Ömerlerle dolu olduğunun
resmiydi...
Yine Başbakanlık binası
önünde aracını yakan esnaflar, Ramazan Ertaç ve Aydemir Aydın 'ın
protestosu ile TBMM çatısına çıkan işsiz vatandaşın eylemleri neyse
de; 19 yaşındaki simitçi Tuncay Samalı'nın Meclis önündeki Mil1i
Egemenlik Parkı'nda ilmiği boynuna geçirmesi, üstelik, simit
tablasını da idam sehpası gibi kul1anması kanına dokundu Ömer'in...
-0Iur mu be oğlum, bu
yaşta intihar edilir mi? Seni bu çaresizliğe itenleri Allah
kahretsin...
Yüz bini aşkın esnaf
iflas edip, milyonlarca insan işsiz .kalırken; bu yangından mal
kaçıranlar da yok değildi. Örneğin, Merkez Bankası Başkanı
devalüasyondan bir gün önce TL hesabını dövize çevirerek, durduk
yerde fakirleşeceğine, kafayı çalıştırıp (!) daha da zenginleşmeyi
başarmıştı. Birçok kişinin bu ve benzeri yol1a vurgun yaptığı
söyleniyor, yazılıyor, çiziliyor ve araştırılması isteniyordu.
Yöntem de basitti: Devalüasyondan bir gece önceki para trafiği
bankaların ve devletin kayıtlarında mevcuttu; bakılsa, kim ne
götürdü görülebilirdi. Bakıldıysa da görülmedi, görüldüyse de
açıklanmadı...
Aşık Kurban bu acı
olaylara duyarsız kalamazdı. Uzun zamandır eline almadığı sazını
indirdi duvardan. Kılıfından çıkarırken kendi kendine söylendi:
-Seni çok özlemişim.
Oğlunun, torununun
sırtını sıvazlar gibi, bir süre okşadı sazını. Tezeneyi tellere
değdirdikçe yüreğinin kabardığını hissetti. ''Gerçekten özlemişim''
diyerek, makamsız, notasız tımbırdatmaya başladı. Sazı konuşur da
sözü durur mu?
Sazım sen de esnaf idin
er idin
Sohbet yoksa kendi
kendin yer idin ,
Hakkım versem, olmaz
kalsın der idin
Kriz azrailmiş canları
alan
Birden eli de dili de
durdu; sazı da sözü de sustu. Son dizeyi bir kez daha tekrarladı:
-Kriz azrailmiş canları
alan.
Aklına Ömer geldi birden!
Bir sürü kötü ihtimalin çalkalandığı zihni bulandı. Artık duruma el
koyma zamanının geldiğine karar verdi. Mağazaya doğru yola
çıkarken,birkaç adım attıktan sonra durdu. Yokuştan aşağı inmeden
dükkanına uzun uzun baktı; gönlünü aldı!
-Ömer'e değil, sana
haksızlık etmişim. Boyan dökük, için dar, rafların boş ama, yine de
dimdiksin benim gibi. Başın öne eğik değil. Ben dönene kadar kendine
iyi bak, hoşçakal...
Her zamankinden daha
hızlı indi yokuş aşağı. İlçe merkezine her vardığında dikkatini
çeken yer oğlunun dükkanı olurdu; şimdi Rıza'nınkiydi. Nedense,
birden başı önüne eğik yürümeye başladı. Sanki kimse hatırını
sormasın, ''n 'aber Aşık, uğurlar ola...'' demesin istiyordu.
Endişelerinde haksız
sayılmazdı; Ömer gerçekten büyük sıkıntıdaydı. Senetleri protesto
olmuş, para aldığı tefecilerin, 'borcunu öde' uyarıları artık ölümle
tehdide varmıştı Ödeyemedikçe imza atmak zorunda kaldığı, miktarı
kabarık yeni borç senetleri yüzünden gözüne uyku girmiyordu.
Bakışlarındaki fer sönmüş, epeyce kilo verdiği için dikkat çekici
biçimde zayıflamıştı. Çaresizlik, her çarenin kapısını
kilitlemişti.
Öğlen vakti olmasına
rağmen, oğlunun mağazayı kapatmak üzere olduğunu gören Kurban, daha
da hızlandırdı adımlarını. Babasının geldiğini fark eden Ömer'se,
bir an önce kepengi indirmenin telaşına kapıldı.
Önceden böyle yapmazdı;
babasını içeri davet eder, mutlaka bir ikramda bulunur, hal hatır
sorardı.
Aşık Kurban mağazanın
önündeki kaldırıma adımını atar atmaz Ömer de kepengi indirdi.
CAAAŞŞ!
Ne yüzü ekşidi Kurban'ın
ne kaşları çatıldı. Ne de tek laf etti, tınmadı bile. Soluğunu
toparlamadan sordu:
-Hayırlı işler evlat. Bu
saatte dükkan kapatılır mı, nereye böyle?
Sabahtan beri tek bir
müşteri gelmediği için morali bozulan Ömer, babasının niyetini
anladı. Her şeyi açık seçik ,anlatmasını isteyebilirdi. Onunla uzun
boylu sohbetten kaçmıyordu. Yalan söyledi:
-Yok baba kapatmıyorum. Bir
arkadaşla buluşacağız da...
-Yalan söyleme. Benden
kaçıyorsun. Haftalardır uğradığın yok. İki çift Iaf edemedik. İşler
nasıl? Borçlarını ödeyebiliyor musun?
-Pek tadı yok. Malum,
memlekette kriz var. Millette para ne arasın. Olan da zaten
harcamıyor...
Durum tahmin ettiği
gibiydi.
-Bittin mi, battın mı?
Bir süre sessiz kalan
Ömer, ''bittim'' dedi.
-Doğru söyle...
Babasının yüzüne bakmadan
konuşuyordu. Kısa bir sessizliğin ardından boynuna sarılarak
ağlamaya başladı.
-Battım baba... battım!...
Donup kaldı Aşık Kurban.
Onca rakibi kurban eden dili tutuldu. Boynuna sarılan oğlunun
sırtını sıvazlamak istedi, kaldıramadı elini. Babasının
tepkisizliğinden utanan Ömer bırakınca, yaşlı gövdesi dizlerinin
üzerine yığıldı. Hareketsiz vücudu pelte gibiydi.
Panik içinde, 'baba...
baba... ' diye bağıran Ömer, koltuk altlarından tuttuğu Kurban 'ın
sırtını, nefret ettiği o galvaniz kepenge dayadı.
İrkildi, kafasını arkaya
atarak ilçenin yamacına dikti gözlerini. Tozlu kenar mahalle
sokaklarında kaybolmuş bakkalını arıyordu sanki. Sonra, içi boşalan
çuval gibi büzüldü, büzüldü...
Durumu anlayan yaşlı bir
esnaf, Ömer'i kolundan tutup kenara çekti. Neredeyse ikiye katlanan
Aşık Kurban’ı kaldırıma uzatıp, göz kepenglerini indirdi. Bu kez o
kahrolası ses duyulmadı, Çit bile çıkmadı...
Ömer'in hıçkırıkları,
kalabalığın uğultusunda kaybol1du.
Ertesi gün defnedildi
Aşık Kurban'ın cenazesi. Bir yere yazmadığı, kimseye söylemediği
için, sazıyla arasında sır kalan, ''Kriz azrailmiş canları alan''
dizesini ne duyan oldu ne de bilen.
Tüm aile o akşam baba
evinde toplandı. Bakkalı ertesi gün torunu Sinan açtı.
Ömer'i de bir daha gören
olmadı.
Günler geceleri, sevinçler
acıları kovaladı. Mağazanın bulunduğu caddede amaçsız turlardan
sıkılan Sinan, eve gitmek için yokuşa yönelecekken, ilçenin tepesine
çullanmış karanlığın içinde ilerleyen iki ayağı takip etmeye
başladı. Gecenin sessizliğini silkeleyen aceleci ayak sesleri,
mağazanın önünde kesildi. Karanlıkta parlayan galvaniz kepengin
üzerine yansıyan bir gölge oyunu gibi hareket eden karaltı; kepengi
yavaşça diz kapağı boyunda kaldırıp sürünerek içeri girdi, ışığı
yaktı. Beklemeye devam eden Sinan şaşkındı.
-Boş mağazaya niye hırsız
girsin ki?.. Girse bile niye ışık yaksın ki?.. diye söylenirken,
merakı ve şaşkınlığı iyice arttı. Mağazadan kimse çıkmayınca içeri
girmeye karar verdi. Tedirginliği korkuya dönüştü.
-İçeri girersem onunla
boğuşmam gerekir...
Mağazanın önüne vardığında
ayaklarını yere vurarak , sesler çıkarmaya, öksürmeye başladı. Soğuk
soğuk terlediğini hissetti. ''En iyisi kepengi açayım, beni görünce
kaçar nasıl olsa'' dedi. Üç karış kadar açık olan kepengi ortasından
tutup hızla yukarıya itti. Birkaç saniyede koca bir ruloya dönüşen
kepengin çıkardığı o ses, ilçenin üzerini örten zifiri karanlığı
yırttı.
CAAAŞŞ!
Karanlığın içinde eriyen
sesin yankısını Sinan 'm çığlığı kovaladı:
-Babaaa!.. .
Kepengi kaldırdığında,
kapıdan bir hırsızın çıkmamsı beklerken, boş vitrinin parlak
ışıkları arasında sallanan babasının cesediyle yüz yüze gelmişti.
Bir ilmiğin ucunda; uzamış boynu, yuvasından fırlamış gözleriyle
Rıza'nın mağazasına bakıyordu...
Sinan, korkunç bir kabus
görmüştü ama farkında değildi. Kan ter içinde yatağından fırlayıp
mağazaya koştu. Boş olduğu için kilitlemedikleri kepengi kaldırınca,
kağıt kırpıntıları ve kırık dökük tahta parçalarının kirliliğindeki
vitrinle karşılaştı...
Sinan, bu kabusu, dedesinin
ölümünden sonra ortadan kaybolan babasına duyduğu hasrete yordu.
Yirmi beş gündür yoktu, bir haber de alamıyorlardı. Neredeydi, ne
yapıyordu?.. Ölmüş, öldürülmüş olabileceğini aklına getirmek bile
istemiyordu. İntihar edeceğine ise hiç ihtimal vermiyordu. Her zaman
kendisine, ''en kötü koşulda bile mücadeleden vazgeçme'' demez
miydi?
-Benim babam umudunu,
gücünü hiçbir zaman kaybetmez, derken; içini kemiren kuşkulardan da
kurtulamıyordu.
Ertesi gün, bakkalda
otururken veresiye defterinin arasında bulduğu bir şiiri okumaya
başladı.
&nbs |