| 
            Her günkünden daha erken kalkıp düştü 
            yola. Yamaçtan aşağı inerken adımlarım ağırlaştırdı. Kuşbakışı 
            seyrettiği ilçe derin bir uykudaydı. Derme çatma evlerin , arasından 
            geçerek ana yola çıktı. Alacakaranlığın  içine serpiştirilmiş ışık 
            lekeleri  gibi duran sokak lambaları iyice soluklaşmış, belli 
            belirsiz bir hal almıştı.  
                      Bu sabah da, '' Aşık hayırdır 
            uykun mu kaçtı?'' diye soran çıkmadığı için, kimseye bir açıklama 
            yapmak zorunda değildi.   
                      Bu soruyu kimi zaman kendi 
            kendine sorar; bazen  'alışkanlık'' diyerek geçiştirir, bazen de 
            saz-söz erbabı olmanın  hikmetiyle;  
                      Sabahın sesidir çağıran beni
            Uyandıran odur, uyutan seni
 Köyümüz eski de adetler yeni
 Her esnaf siftaha erken çıkmalı
 
            der; kendinden saatler sonra dükkan açan 
            komşularını  ayıplardı. Kimseye duyurmadığı bu sözler, 
            hissettirmediği bu düşünce ona güç verirdi.  
                   Fakat, gücünü kıran, sinirlerini 
            bozan bir şey, daha doğrusu bir ses vardı. Sahipleri çok eski dost 
            olan komşu dükkanlardan günün belli saatlerinde yükselen ve 
            tüylerini diken diken eden o CAAAŞŞ sesiyle ruhu bedeni sarsılır; 
            engel olamamanın çaresizliğiyle katlanırdı.  
                    Depremin derinden gelen o boğuk 
            uğultulu, o ürkütücü gümbürtüsünün aksine, yüze inen şamar gibi 
            insanı irkilten bu sese alışamamıştı bir türlü.  
                    Bu gün daha erken başladı 
            işkence! Sabahın köründe ilçenin derinliklerinden yükselen ses, tan 
            vakti sükunetinin güçlü iletkenliğiyle vücut kimyasını bozdu:  
                      CAAAŞŞ!  
                     Kulaklarından girip beynini 
            dolaşarak göğe ağan sesin, çukura uzanmış bir masal devi gibi 
            uyuklayan ilçe merkezinden yükselişini yıllardır duymamıştı. Demek 
            ki, bu sabah kendinden erken dükkan açmaya kararlı ya da uykusu 
            kaçmış bir esnaf daha vardı uzaklarda!  
                     Her sabah, dükkanını açtıktan 
            sonra.kulaklarına saplanan sesin, daha içeri girmeden beynini 
            kemirmesi, Aşık Kurban 'ın keyifsizliğine cila oldu. Fesuphanallah 
            çekip devam etti yoluna.  
                     Her halk ozanının olduğu gibi 
            onun da bir mahlası vardı: Kurban.  
                    Asıl adı Hasan'dı ama, onu bu 
            isimle tanıyan sadece eski arkadaşlarıydı. Atışmalarda rakipleri 
            onun kurbanı olmaktan kurtulamadığı için bu ad verilmişti. Hoşuna da 
            gidiyordu: Kurban.  
                     Babası, kıtlık yıllarının 
            ardından, ilçenin en ücra köşesine bu bakkalı açmıştı. Çok severdi 
            mütevazı dükkanı.  
                   ''Üç Nesil Üç Hayat''ta ''Eski 
            Zamanlarda Ramazan Hazırlığı''nı anlatan Refik Halit Karay'ın sözünü 
            ettiği, ''İyi evler mahalle bakkallarından alışveriş etmeyi 
            haysiyete muvafık bulmazlardı'' anlayışı, sadece İstanbul 'un 
            saraylarında, yalılarında, köşklerinde, konaklarında yaşayan 
            beylere, paşalara ve onların aile efradına has bir düşünce olduğu 
            için, Anadolu 'nun en gelişmiş ilinden en ücra köşesine kadar 
            dağılmış bakkallar tek alışveriş adresiydi.  
                    Buna rağmen babası onu; 
            allı-güllü şekerler, arası nişastaya boğulmuş lokumla dolu 'bisküvi 
            tostları' yiyebileceği bakkal yerine, Demirci Asım'ın yanına çırak 
            verince çok şaşırmış, içten içe de kızmıştı. Ona kalsa bakkalı 
            tercih ederdi.  
                    Demircilik eskinin en kazançlı 
            zanaatlarındandı. Öyle her kapıda bir otomobil, traktör yoktu o 
            zamanlar. Eşeği olan mutlu, katırı olan şanslı, atı olan zengin 
            sayılıyordu. Tarım aletlerinden at koşumlarına, mutfak eşyasından av 
            malzemelerine kadar her alanda kullanılıyordu demir. 
                    Oğlunun geleceğini düşünen 
            babası, bu yüzden ileride demirci dükkanı açmak istiyordu ona. 
            Mesleğe ısınsın diye, ''Demircilik ölmez zanaat'' diye öğütler 
            verirdi sık sık. Kendisi demircilikten önce ölünce, ailenin tek 
            geçim kaynağı olan bakkal, Kurban'ın eline kaldı. O da, canını 
            dişine takıp bakkalı ve aileyi bugünlere getirdi.. 
                      Küçüklüğünden beri aklı fikri, 
            kimin aldığını, kimden kaldığı bilmediği, bakkalın duvarında asılı 
            duran sazdaydı. Bu sazla oynamasına kimse bir şey demezdi. Hiç 
            kimsenin eline alıp çaldığını da görmemişti. Sanki, sadece kendisi 
            kullansın diye gökten zembille inmişti !  
                      Kısa süre içinde sazıyla 
            sözünü birleştirdi. Bir de baktı ki; Hasan Kılıç ölmüş, Aşık Kurban 
            almış yerini! Kendisi bile farkında değildi bunun; ne zamana kadar 
            Hasan'dı, ne zamandan beri Kurban, hatırlamıyordu.  
                       Sazına, sözüne çok şey 
            borçluydu. Çok yer gezmiş, çok gün görmüştü.  
                    Aradan uzun yıllar geçti... 
            Artık yaşlandığını o da biliyordu. Bir şeyin daha farkındaydı; 
            seksenine merdiven dayamışlığın bilgeliğiyle daha bir hatırı 
            sayılır, sözü dinlenir olmuştu.  
            ,        ''Taymis Kıyıları''ndan 
            ''Londra Göründü''ğünde Anadolu'yu anan ve Anadolu insanının 
            çektiklerini, ''İngiltere'nin sulhu kadar harp! Rahatı kadar 
            ıstırap!'' şeklinde özetledikten başka; ''Birkaç asırlık İngiliz 
            tarihinde, belki şimdi 40 yaşında bulunan bir Türk'ün hayatından 
            daha az facia vardır'' diyen Falih Rıfkı Atay'ı haklı çıkarmak 
            istercesine; sohbetlerinde sıkça, ''Bu millet çok çile çekti, çok 
            acılar gördü'' der, destancılık günlerini yad ederdi.  
                     Savaşlar, kıtlıklar, yokluklar 
            en çok kadınları, çocukları vurmuştu. Kurban, bu koşulların türlü 
            felaketlere ittiği insanları dizelerine yansıtmıştı, ozan 
            duyarlığıyla.  
                     Düşman girdi yurdun dört bir 
            yanınaKıydı nene, torun, gelin canına
 Zulüm dokununca yiğit kanına
 Şahlandı bu millet Atatürk ile
 
                   -Şimdikilerin hoyratlığına, 
            hortumculuğuna bakıp da bu ülkeyi yolda bulduk sanmayın. Ne 
            zulümler, ne katliamlar gördük. Cepheden cepheye koşanlar, gidip de 
            gelmeyenler unutuldu şimdi. Çekilen çileler, yaşanan acılar üzerine 
            çok destan yazdım, derken gözleri dolar ve eklerdi: Sokak sokak 
            dolaşırdım. O zaman sesim çok gürdü. Yanık yanık okur, satardım bu 
            destanları...
 Artık ne Türkiye eski Türkiye'ydi, ne de ilçe eski ilçe. 
            Çevrede başka küçük dükkanlar da açılmıştı zamanla.
 
                     Keyifsizliği üzerinden atmak 
            için, ''Aşık kendine gel'' diye telkinde bulunurken, yine o sesle 
            irkildi:  
                     CAAAŞŞ!..  
                    İki dükkan ötedeki komşu esnaf , 
            hiç olmadığı kadar erkenden gelip kendisi ile aynı saatte dükkan 
            açıyordu. Dün akşam kapatırken de o kahrolası sesi çıkaran kepengi 
            kaldırıyordu. Göz göze gelince selamlaştılar.  
                     -Hayırlı işler komşu...   
                     -Hayırlı işleeer...   
                      Bir süre sonra, uzak-yakın 
            başka dükkanların kepenglerinden de yükseldi aynı gürültü:  
                      CAAAŞŞ!..  
                      O çirkin seslerin sinir 
            bozukluğunu üzerinden yeni atmıştı ki, oğlu Ömer telaşlı bir 
            sevinçle girdi içeri.  
                      -Merhaba baba, kolay 
            gelsin...  
                      -Sağ olasın evlat, hoş geldin. 
              
                       Önemli bir haber verecekmiş 
            gibi, tabureyi babasının yanına çekti Ömer.  
                      -Bu iş böyle yürümez baba...  
                        Aşık şaşırdı.  
                        Hangi? Hangi iş evlat...  
                      -Hangi iş olacak baba, bu 
            bakkal dükkanı...  
                      -Neyi var oğlum dükkanın? Çok 
            şükür işlerimiz de iyi...  
                      -Ne iyisi?.. Ne onduruyor ne 
            öldürüyor, süründürüyor... Bak dinle; bizim köylü Hamo'nun oğlu 
            İzzet var ya...  
                      -Şu banka müdürü mü?  
                     -Evet, konuştum onunla. Dedim 
            ki; İzzet Abi bizim dükkanı biliyorsun, ömrünü tamamladı artık. 
            Kredi açsan da, şöyle ilçenin şanına yakışır bir mağaza kursam, 
            dedim...  
                      -Eee, o ne dedi?  
                      -Ne desin, hay hay, dedi... 
                       Bakışları ve ses tonuna 
            bilgelik kattı Kurban. Önemli laf edeceği zamanlar bu hallere 
            bürünürdü. Eğer bu işi yapmayı kafaya koyduysa devlete 
            bulaşmamasını, başka yollar bulmasını söyledi Ömer ' e.  
                      Her gün '' Allah zeval 
            vermesin'' diye dua ettiği devletten, taa gençlik yıllarına dayanan 
            korkusu vardı. O zaman, devlet köylüye tohumluk buğday dağıtıyormuş. 
            Amerika'nın hibe ettiği filan söyleniyormuş. O da almış... Amerika 
            hibe etmiş ama, devlet hasattan sonra geri istiyor...  
                      Serde aşıklık var ya, o düşmüş 
            yollara, aile göçmüş ilçeye. Buğday borcu da gümbürtüye gitmiş!.. 
            Gerisini daha bir ciddiyetle anlattı Ömer'e:  
                       -Devlet bu oğlum, alacağını 
            kor mu millette. Y ı11ar sonra buldular beni. Fazlasıyla aldı1ar 
            bedelini.   
                       Başkaları görüşüne çok önem 
            verse de; Ömer, babasını dünde yaşayan, bugüne yabancı, yarından 
            uzak biri olarak görür, fakat bunu anlamaması için kullandığı 
            sözcükleri büyük bir özenle seçerdi. Yine öyle yaptı.   
                        Ya 0, o zamanmış baba. Şimdi 
            birileri bankasını hortumluyor gık yok devlette. Hem biz ödemiyecez 
            demiyozki...   
                        Ömer'in sözünü kesti Aşık:  
                      -Yok yok, öyle deme; devlet 
            sopasını göstermez oğlum. Zamanı gelince yen mi yemen mi!.. Hem, 
            benim bildiğim devlet, işini sağlama almadan para mara vermez adama. 
            Senin neyine güvenip de para verecek ki ?  
                        Başını önüne eğip ensesini 
            kaşıyan Ömer, sesini kısarak anlattı krediyi nasıl alacağını: 
                       -Evi ipotek ettirmemiz 
            gerekiyor...  
                        Kolay kolay sinirlenmediği 
            bilinen Aşık Kurban, birden köpürdü:  
                      -Olmaz öyle şey! O ev bana 
            babamdan kaldı, sana da babandan kalacak, senin oğluna da 
            babasından... Annen, .karın, çocukların hep o evde oturuyor. Bak, 
            ben de gelmişim seksenime. Diyelim yürümedi işlerin, battın; ne 
            olacak?.. Banka gelip el koyacak...  
                        Ömer kararlıydı:  
                        -Baba bu işi yapmam gerek. 
            Hatta dükkan bile hazır.  Kaymakamlık var ya, onun hemen yanında...  
                        -Öyleyse evi unut, başka yol 
            bul...   
                       Babasının desteğini alacağına 
            öylesine inanmıştı ki; hayal kırıklığı içinde ayrıldı dükkandan. 
            Kapıya varınca geri dönüp seslendi:  
                       -Evet baba, başka bir yol 
            bulacağım...  
                        Gerçekten de bir yol buldu. 
                      Herhangi bir esnaf odasına, 
            demeğine, birliğine üyeliği olmadığı için, esnaf kredisine oranla 
            daha yüksek faizli krediden kullandı. Bu para yetmeyeceği için, 
            eşten dosttan da mark, dolar topladı. Kimi, yapacağı işin 
            büyüklüğüne güvenip verdi parayı; kimi de Aşık Kurban 'ın 
            hatırına...  
                       Kurban, ev ile ilgili 
            düşüncesi bir yana; fakülte okumuşluğuna, dürüstlüğüne, 
            çalışkanlığına güvenirdi Ömer'in. Bu kararlı tavırları da hoşuna 
            gidiyordu..  
                       -Deli oğlan kafaya koymuş bir 
            kere, kuracak bu işi...  
                      Yol göstermek, öğüt vermek 
            için dükkana çağırdı. Kırgın olmasına rağmen, koşarak gitti Ömer. 
            Babasının olurunu alması, hem moral hem de çevrenin kendisine bakışı 
            açısından önemliydi. Öyle ya, herkes tarafından sevilen, 
            sözü-sohbeti dinlenen, gerektiğinde danışılan 'akil  biri değil 
            miydi Aşık? Hem belki de, bakkalı kapatıp dükkanda durmaya razı 
            edebilirdi. Ne de olsa herkes tanırdı onu. Müşteri sayısının  
            artmasını bile sağlardı.  
                      -Bak oğlum, diye söze başladı 
            Kurban. Artık dönüşü olmayan bir yola.girdin. Hayırlı uğurlu olsu.n, 
            Allah utandırmasın . Şunu hiç aklımdan çıkarma, sen bir esnafsın 
            artık. Akla getirmek bile akla ziyan amma; bu işte, ihya olmak da 
            var, bitmek, batmak da...   
                      -Ağzından yel alsın  baba...  
                     -Doğru da, işler yolunda 
            giderse zaten mesele yok evlat. Nice biten, batan esnaf gördüm ben. 
            Onun için sana , söyleyeceğim şudur: Bittiğini anlarsan dur, bir 
            adım öte gitme. Gidersen batarsın  Şunu bilesin ki; bitmiş esnaf 
            hala bataklığın üstündedir, bir süre sonra sıfırdan başlayabilir. 
            Batanın işi zor; çamura gömülmüş demektir. Düzeni bozulur, hapislere 
            düşer, yuvası dağı1ır...  
                        Her sözüne kafa sallayarak, 
            'mesaj alınmıştır' izlenimi veren Ömer, rahatlatmak istiyordu 
            babasını.  
                      -Merak etme, her şeyi ince 
            ince hesapladım. İki sene içinde borcum kalmaz; beş sene içinde de o 
            dükkanı satın alırım evelallah...  
                      -İnşallah! Yine de dediklerimi 
            unutma ha...  
                       Bu sözlerden cesaret alan 
            Ömer sadede geldi:  
                      -Baba biliyorsun orası benim 
            değil senin. Mağazanın başında görmek isterim seni. Kabul et artık, 
            bu bakkaldan sana da hayır yok. Giyersin tertemiz ütülü 
            elbiselerini, oturursun dükkanın önündeki sandalyeye, eski dostlarla 
            sohbet eder, hasret giderirsin. Gelenin gidenin hiç eksik olmaz. 
            Burada pas tuttun iyice.  
                       Belli etmedi ama, Ömer'in 
            böyle düşünmesine çok üzüldü Kurban. Halbuki, onu düne götüren, 
            bugünde yaşatan, yarına taşıyacak tek araçtı bu mütevazı dükkan.  
                     -Sağol  evlat, benim bu bakkalı 
            terk etmemin mümkünü yok. Burada yalnızlık çektiğimi de nereden 
            çıkardın? Sen yalnızlığın kalabalığı nedir bilmezsin. İşte o 
            kalabalığı içindeyim bu dükkanda. İstediğimle sohbet ediyorum, 
            istemediğimle kavga! Hatta aralarında atıştığım aşık dostlarım  bile 
            var. O mağaza bana göre değil; beni sıkar, öldürür... 
                       Ömer, ısrar etmesine gerek 
            kalmayan bir kararlılıkta gördüğü için, ''sen bilirsin baba'' diye 
            bitirdi sözlerini.   
                       Sohbet uzayınca, vaktin nasıl 
            geçtiğini anlayamamıştı baba oğul.  
                       Birbiri ardına duyulan o 
            sesler yine kulakları yırtarak haber verdi Cuma vaktini.  
                       CAAAŞŞ!..  
                       CAAAŞŞ!..  
                      Esnaf cuma namazı için kepenk 
            indiriyordu. Öğlen saatlerinde ezandan önce bu sesler yoğun biçimde 
            duyuluyorsa, günlerden cuma demekti. Yeleğinin cebinden çıkardığı 
            köstekli saate bakan Kurban, birden ayağa kalktı: 00 vakit gelmiş.  
                       Seslere de tepkisiz 
            kalamadı:  
                     -Mağazanın önüne demirden set 
            çek amma, şu kahrolası sesi çıkaran tenekelerden taktırma, dedi 
            Ömer'e. Hadi bakalım Cuma'ya...  
                       Ömer önden çıktı. Kurban 
            kapıyı kilitlerken çocukluk arkadaşı Nusret'in sesi geldi uzaktan: 
                      -Camiye mi Aşık?   
                       -He...  
                        Aşıklar arası atışmalarda, 
            Kurban'ın en büyük rakibi, 'Dayı ' mahlaslı bu Nusret'ti. 
            Kavgacılığı ile tanındığı için  Aşık Dayı ' derdi herkes ona. Ancak, 
            zamanla kabadayılığı gibi aşıklığı da yok olmuştu. 0 şimdi Hacı 
            Nusret'ti.  
                        Kurban '1 çok iyi tanır ve 
            severdi. Böyle kısa cevaplar veriyorsa bir derdi var demekti.  
                       -Ne o sıkıntılısın...  
                       -Sıkıntı değil, endişe be 
            Dayı. Bizim oğlan tutturdu büyük bir mağaza açacağım diye.   
                       -Bunda endişelenecek ne var 
            Kurban. Keşke benim de oğlum olsa da işleri büyütse.  
                       -Öyle deme Nusret. Bizim 
            etimiz ne budumuz ne; İzzet'le konuşmuş, bankadan para çekecekmiş.  
                         Hacı Nusret'in de devlet 
            korkusu vardı ama, farklı düşünüyordu.  
                        Bilirim, devlete bulaşan 
            iflah olmaz. Neylersin ki, bu işler böyle dönüyor artık. Parayı alır 
            işi tutturursan ne ala; batarsan, yandı gülüm keten helva, mazaallah...  
                       -Ben de onu dedim. Tutturmuş 
            evi ipotek gösterelim diye. Oğlum, ya batarsan; çoluk çocuk, karın, 
            yaşlı anan perişan olur dedim. Burası Türkiye Dayı Nusret, harap 
            olmuş nice abatlar gördük biz...  
                        -Doğru... 
                         Nusret, kafası karışık olan 
            Kurban 'ı rahatlatmak için , eski günlere götürdü sözü.  
                       -Eskiden ne iyiydik. Şimdiki 
            gibi herkes birbirinin kuyusunu kazmıyordu; sevgi, saygı vardı. 
            Hele, bizim atışmaları hatırlasana...  
                        -Hatırlamam mı? çoğu göçüp 
            gitti bu dünyadan, gelenekler de fantezi oldu gayri. Ne günlerdi o 
            günler. Sazına sözüne güvenen herkes katılırdı yarışmaya. Atışmalar 
            da da hep ikimiz kalırdık finale. Bir seferinde;  
                         Bende türlü çeşit malın 
            iyisi İster leblebi al ister kayısı
 Karşımda duruyor köprü Dayı 'sı
 Esnafım dese de inanmam ona
 
            deyip seni kızdırmıştım da, edecek sözün 
            bitince ağzın geleni saymıştın. 
                        Sen de köprüyü geçene kadar 
            Dayı demesiydin! 
                        Yaşlı buruşuk bedenleri 
            titreten kesik kahkahaların ardından, ''Yine de dostça bitirirdik'' 
            dedi Nusret.  
                        -Doğru dostça bitirirdik. 
            Hatta birini hiç unutmam:   
                        Bulurum sanıp da arayıp 
            durmaEn hasından he mi bendedir hurma
 Herkese sor amma Dayı 'ya sorma
 Daha da aı3s1 ondadır onda
 
                       -Ben ne dediydim?  
                        Bu aşık tacirin dükkanı 
            dardırOnda Ahilikten bir maya vardır
 Kurban 'dan hasını bulması zordur
 Benden de alası ondadır onda
 
                        Yorgun gülüşler eşliğinde 
            camiye yaklaşırlarken, yine o vahşi sesle ürperdi Kurban:  
                        CAAAŞŞ! 
                      -Allah kahretsin, dedi. Şu 
            mübarek günde insanı günaha sokuyorlar. Yaa Dayı, sen de 
            taktırmışsın şu tenekeden. Arkadaş, biz böyle mi gördük? Dükkanın 
            kapısını açık bırakıp gitmez miydik camiye?..  
                      -Öyle deme Kurban, devir 
            değişti. Biliyorsun bizim dükkana iki kere hırsız girdi. Mecbur 
            kaldık o kepengi taktırmaya.  
                        -Canım şart mıydı o teneke! 
            Pencerelere, kapıya bizim gibi demir taktırsaydın olmaz mıydı? diye, 
            görüşünde ısrar etti Kurban. Etti etmesine de içinden de hak vermedi 
            değil. Ne de olsa mal canın yongasıydı. Dükkanına iki kere hırsız 
            girmiş bir esnaf, elbette her türlü önlemi alacaktı. İster demir 
            taktırırdı, isterse galvaniz kepenk. Bu yüzden olsa gerek, dönüşte 
            duyduğu aynı seslerden önceki kadar rahatsız olmadı.  
                         Ömer, kısa süre içinde 
            açılışa hazır hale getirdi mağazayı. Aşık Kurban, açılışın şeref 
            konuğuydu. Israrlara rağmen kurdeleyi torunu Sinan 'a kestirdi. 
            Hakkıydı, Sinan lise öğrencisi bir delikanlı olmuştu artık; ailenin 
            geleceğini o temsil ediyordu ne de olsa. İki tane koç kurban etti 
            Ömer. Kurban, kurbanın kanına bandırdığı işaret parmağını Sinan'ın 
            alnına dokundurdu...  
                         Ömer'e kalsa kesmeyecekti; 
            böyle durumlarda kan akıtılmazsa çevrenin diline düşeceğini; en 
            küçük bir aksiliğin, 'kurban kesmemekten kaynaklanan uğursuzluk' 
            sayılacağını biliyordu.  
                       Mağazanın önü çiçek tarlasına 
            dönmüştü. Belediye başkanından banka müdürüne, bürokratlardan esnaf 
            arkadaşlarına kadar birçok dost ve tanıdığın isimleri yazılıydı 
            çiçeklerin üzerinde. Koca çelenkleri yanlamasına saran kağıt 
            şeritler üzerindeki firma ve şahıs adları, yaldızlı harfleriyle göz 
            kamaştırıyordu. Her şey çok güzeldi. Kırmızı-beyaz kocaman ışıklı 
            tabelanın altında ışıl ışıl, rengarenk vitrini ile ilçeye ayrı bir 
            hava veriyordu mağaza.Gerçek insan gibi duran mankenlerin üzerindeki 
            giysiler; göz alıcı renk ve desenleriyle bir tabloyu andıran 
            eşarplar; türlü-çeşit kunduralar, terliklerle doluydu vitrin.  
                         Aşık Kurban, gurur duydu 
            oğluyla. Ev konusundaki tavrı için utandı içten içe. çürümeye yüz 
            tutmuş ahşap kapısı; zor okunan ' Aşıklar Bakkaliyesi ' yazılı 
            mavi-beyaz el kadar tabelası ve boyasından çok pası olan pencere 
            demirlerinin ardına sığınmış bakkalı geldi gözlerinin önüne. 
            Ezilmişlikle harmanlandı utancı. Mağazanın içine girince, çelişik 
            duygular başını döndürdü. Tıka basa mal dolu rafları hayranlıkla 
            izlerken; bir yandan gurur duyduğu oğlunun sırtını sıvazlıyor; bir 
            yandan da, bazı bölümleri boş raflarında ucuz gıda maddeleri, 
            deterjan ve tekel ürünleri bulunan bakkalını düşünüyordu. Bu kez 
            tamamen hak  verdi oğluna.   
                         -Doğru söylüyor, o dükkan 
            insanı ne ondurur ne öldürür, süründürür!  
                        Yine de kıyamıyordu; 
            ''Olsun, ben yaşadıkça o bakkal da yaşayacak'' diye geçirdi içinden. 
            Oğlunun, ''Baba gelir misin?'' sesiyle yeniden mağazaya döndü.   
                         -Gel bak, sayın belediye 
            başkanımız da şereflendirdi açılışımızı.   
                         -000 hoş geldin başkan.  
                         -Hoş bulduk Aşık, hayırlı 
            uğurlu olsun.  
                         -Sağ 01 başkan, inşallah 
            sonuna kadar hayırlı olur.  
                         -Çok iyi gördüm seni. 
            Epeydir uğramıyorsun; sazına sözüne hasret bıraktın bizi...  
                         -0 yokuştan aşağı inmeye 
            iniyorum da çıkmak öldürüyor başkan...  
                         -Dur hele, sen daha ne 
            yokuşlar çıkarsın Aşık.  
                         İçerisi arı kovam gibiydi. 
            Birdenbire sıkıldı Kurban.  Aşıklar şöleni dışında böyle 
            kalabalıklara alışık değildi. O da yıllar öncesinde kalmıştı zaten. 
            Ömer'i iki yanağından, Sinan’ı  alnından öperek veda etti.  
                         Kalması için ısrar eden 
            oğlu ve torunu da elini öperek  uğurladı onu.  
                        Ağır adımlarla caddenin 
            karşısına geçen Kurban, dö1nüp mağazayı seyretmeye başladı. Sinan 'm 
            kendisine el salladığım görünce o da karşılık verdi. Bir anda el 
            sallaması durdu, yüzündeki tebessüm dondu! Tabelanın  altında, 
            geniş, yuvarlak, kocaman bir metal boru gibi yatan  galvaniz kepengi 
            görmüştü.  
                         Durduk yerde, kulakları 
            patlayacaktı nerdeyse o sesle.  
                         CAAAŞŞ!..  
                        El1eriyle kulaklarını 
            kapattı. Arkasından bakakalan torununa son bir kez daha el 
            sallamadan, yokuşa vurdu kendini.  
                        Hoş sohbetler, şen 
            kahkahalar arasında saatlerce sürdü açılış töreni. 
                       İşlerin iyi olacağı daha ilk 
            günden belliydi. Ömer; İstanbul, Bursa, İzmir gibi büyük 
            şehirlerdeki tekstil üreticilerini ziyaret etmiş, yeni açtığı 
            mağazası için ucuz ve kaliteli mallar getirmişti.  
                       Her şey Ömer'in düşündüğünden 
            de iyi gidiyordu. Borçlarını zamanında ödüyor, dükkanına yeni mal1ar 
            getiriyor, para bile biriktiriyordu. Çocukluğundan beri babası ile 
            birlikte oturduğu evden, mağazanın yanındaki kaloriferli bir daireye 
            bile taşınmıştı. Dürüst ve çalışkandı Ömer. Gecesini gündüzüne 
            katıyordu. Başarılı olmak için bir esnafın yapması gereken ne varsa 
            fazlasıyla yerine getiriyordu. Her akşam babasına uğruyor, hem hayır 
            duasını alıyor hem de işlerin ne kadar iyi gittiğinden söz ediyordu. 
            Bir ihtiyacı olup olmadığını sorduğunda ise aldığı yanıt hep 
            aynıydı:  
                      -Sağ olasın oğlum, hiçbir 
            ihtiyacım yok. Başarın için dua ediyorum. Gözüyün önüne bak, har 
            vurup harman savuracak zaman değil. Parana puluna sahip ol…  
                       Karısının ısrarları sonucu 
            yenilediği ev eşyalarını  kastettiğini sandı.Yok baba, eve bir iki 
            parça eşya aldık o kadar.   
                     İşlerin yolunda gitmesinden 
            cesaretlenen Ömer, kısa süre sonra mağazadan alışveriş yapanların 
            mallarını taşıyan kamyoneti, daha büyüğü ve modeli daha yüksek 
            ola1nıyla yeniledi. Eşyalar da, kamyonet de hep yeni borç demekti. 
            Olsun, ödüyordu  ya...  
                      Yaz aylarında da işler iyi 
            gitti. Tatilini geçirmek için ilçeye gelen gurbetçilerin uğrak yeri 
            oldu Ömer'in mağazası. Oğlunu, kızını, yeğenini evlendirenler ilk 
            ona geliyordu. Burada bulamadıkları bir şey varsa diğer mağazalara 
            gidiyorlardı.  
                       Ömer 'in başarısı, 
            başkalarının da iştahını kabarttı. Banka Müdürü İzzet'in kardeşi 
            Rıza da bunlardan biriydi. Uygun koşullarda abisinden yüklü miktarda 
            kredi koparan ve buna, Almanya'daki kayınbiraderinin gönderdiği 
            marklarla, köyde sattığı iki tarlanın parasını da ekleyen Rıza; 
            ilçenin en modern binasının üç katını kiralayarak Ömer'in tam 
            karşısına dev bir mağaza açtı. Rıza, her şeyin daha iyisini daha 
            ucuza satıyor; kozmetikten sebze meyveye kadar, bir evin tüm 
            ihtiyaçlarını karşılayabilecek ürünleri bulunduruyordu.   
                      Ömer 'in Rıza ile rekabeti 
            olanaksızdı. Önce rekabetin acımasız yüzü gösterdi kendini ve 
            müşterilerinin büyük bölümünü kaybetti. Ardından, sonbaharla 
            birlikte büyük sıkıntı yaşamaya başladı. Müşteri say1sı iyice 
            azaldı. Gelenlerin çoğu da, ayıp olmasın diye uğrayan ve tutarı 
            düşük alışverişler yapan tanıdıklardı.  
                        Babasına haftada bir gider 
            oldu Ömer. Renk vermemeye çalışıyordu ama, Kurban, bunları yutacak 
            biri değildi. İşlerin bozulduğunun farkındaydı. Yapacak fazla bir 
            şeyi olmadığı için, ara sıra öğüdünü hatırlatıyor, bitmekle batmak 
            arasındaki ince çizgiye dikkat çekiyordu.  
                        Bu sözler Ömer'i daha da 
            hırslandırıyordu. Babasına mahcup olmak istemiyordu. Bitmek üzereydi 
            ama yine de kurtulmanın yollarını arıyordu.  
                         Çaresiz kalan her esnaf 
            gibi tefecilerin kapısını çaldı sonunda. Çok ağır koşullarda hem de 
            döviz olarak yeni borçlar aldı.  
                        Eylül, ekim aylarını, bu 
            şekilde geçirdi. 'Sinek avlayan ' tüm esnaflar gibi boş zamanı 
            arttığı için bol bol gazete okuyor, televizyonda haberleri 
            izliyordu. Başbakan, Maliye Bakanı, Ekonomiden Sorumlu Devlet 
            Bakanı, Merkez Bankası Başkanı ve ağzını açan her yetkili, Türk 
            ekonomisinin başarılarından, yarına dönük büyük umutlardan söz 
            ediyordu. Sekiz aydır yerinde sayan dövize bakıp, Türk Lirası'nın 
            değerlendiğini sananlar gibi düşünüyordu Ömer de. Buna rağmen, kendi 
            durumunun her geçen gün daha da kötüye gitmesine akıl 
            erdiremiyordu.  
                         Kasım ayı geldiğinde herkes 
            gibi Ömer de yeni yıla ilişkin projeler üretmeye, içine düştüğü 
            sıkıntılardan kurtulmanın planlarını yapmaya başladı. Ya mağazayı 
            başka yere taşıyacak ya da Rıza'nın mağazasında bulunmayan ürünlere 
            getirip satacaktı. Onunkinden daha büyüğünü açması ve malı ondan 
            ucuza satması mümkün değildi çünkü.  
                        Bu arada, beklenmedik bir 
            gelişme oldu ve mağazayı devralmak isteyen bir müşteri çıktı. Kasım 
            ayı başında görüştüğü müşteri çok ciddiydi. Ömer'den, bir sonraki 
            buluşmaya kadar hesabını kitabını iyi yapması, malların sayımıll1 
            tamamlaması ve 'insaflı ' bir fiyat belirlemesini istiyordu. Öyle 
            sevinçliydi ki; babaSlll1n duymasıll1 ister gibi yüksek sesle 
            konuştu:  
                         -Sözünü ettiğin o adımı 
            atmaktan vazgeçtim baba...  
                           Unuttuğu bir şey vardı; 
            Aşık Kurban bir de derdi ki; burası Türkiye, harab olmuş nice 
            abadlar gördüm...  
                         Müşteri ile görüşmesinin 
            ertesinde kolları sıvadı. Vitrindeki, raflardaki malların dökümünü 
            çıkarmaya, bunları fiyatlandırmaya başladı. Bu arada kendi kendine 
            de konuşuyordu:  
                         -Bir kaç gün içinde sayımı 
            tamamlarım; önce kar edeceğim bir fiyat çıkarırım, itiraz ederse 
            zarar etmeyeceğim fiyat da cebimde hazır olmalı. Çok üstelerse az 
            bir zararına bile devrederim...  
                          Rekabetin acımasızlığından 
            daha yıkıcı bir şey vardı ve Ömer bu felaketin kapıya dayandığından 
            habersizdi: Kriz...  
                          Kısa süre sonra ülkenin 
            büyük bir ekonomik krize gireceğini bilse böyle düşünmezdi elbette.  
                        Takvimler 22 Kasım '1 
            gösterirken patlak veren krizi, çoğunluk gibi Ömer de, ''bu millet 
            krizlere şerbetli'' diye değerlendirdi: Nitekim, yetkililer her 
            türlü tedbirin alındığını; ekonomik programdan, enflasyon hedefinden 
            vazgeçilmediğini söylüyordu.  
                         Mağazayı almak isteyen 
            müşteri bir daha görünmedi ortalıkta. Tüm esnaflar gibi Ömer de çok 
            sıkıntılı iki ay geçirdi 19 Şubat 2001 akşamı televizyonda haberleri 
            izlerken; Cumhurbaşkanı 'nın Başbakan 'a, Başbakan Yardımcısı'nın 
            Cumhurbaşkanı'na anayasa kitabı fırlattığını duyunca güldü ve 
            tepkisini, ''çocuk gibiler'' diye gösterdi. Hemen ardından açıklama 
            yapan Başbakan'ın ''bu bir devlet krizidir'' sözlerini ise, rutin 
            atışmalardan sandı. Bu olayın, Türkiye 'yi daha büyük felaketlere 
            sürükleyecek bir kasırgaya dönüşeceğini nereden bilecekti.   
                          Korkulan kasırga 
            gecikmedi; ertesi gün Türkiye'yi önüne katıp savurmaya başladı. 
            Herkes can derdine düşmüştü! Bir anda yoksullaşanların feryadıyla, 
            bir gecede zengin olanların sevinci, ne yaman çelişkiydi ! Tek 
            sermayesi emeği olan işçi-memur da, bu ülke için her fedakarlığa 
            katlanan esnaf-sanatkar da, sermayenin sembolü olmuş Sakıp Sabancı 
            da ağlıyordu.  
                          Dünyanın patronu, 
            Türkiye'nin ağabeyi Amerika bile şaşkındı! Yetkililerimiz her kriz 
            sonrası olduğu gibi yine kapısına dayanınca, dayanamayan Amerika; 
            yapılan yardımların nereye gittiğini merak etip, ''Kardeşim, size 
            verdiğimiz bu dolarlar bize gökten zembille inmiyor. Kendinize çeki 
            düzen verin. Bu soygun düzenini yıkmazsanız, para değil pul bil~ yok 
            size'' diyerek, tehdit ediyordu.  
                          Amerika tehdit eder de 
            Avrupa durur mu? Onlar da, ''Şu ne idüğü belirsiz ihale kanununuz 
            var ya, onu hemen değiştirmezseniz zırnık yok size. 
            Demokratikleşmeyi de  unutmayın haaa!'' diyordu.  
                          Bu arada, uygulattığı 
            program iflas eden IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar da 
            Türkiye'nin yakası toplamış talimatlar yağdırıyordu. Kriz öyle bir 
            noktaya vardı ki; bu kuruluşlar Türkiye'nin yakasını bırakıp da, 
            ''ne haliniz varsa görün'' dese, bu kez de kapıda 'sosyal patlama , 
            .canavar bekliyordu! Herkes bunun bilincindeydi.  
                          Ömer ve Ömer gibiler 
            derdine yanarken; IMF de herkesin bilincinde olduğu korkunun 
            farkındaydı. ''İmdaat!..Para gönderin'' çığlığını duyuyor ve 
            Türkiye'nin 'niyet'ini bir kez daha öğrenmek istiyordu:  
                          -Hemen bir ulusal program 
            hazırlayın ve şu 15 kanunu acilen çıkarın. Sonra da bir niyet 
            mektubu daha getirin...  
                          Dünya Bankası ise, ''IMF'nin 
            istekleri benim de isteklerimdir; yerine getirirseniz size şu kadar 
            dolar; yoksa, , yok..'' dayatmasıyla, Türkiye'yi ''kurtarmaya'' 
            çalışıyordu!  
                          Ömer (ve gibiler), 
            kurtuluş ışığı beklerken, bir Derviş düştü gökten! Ne dese oluyor, 
            ne istese yerine getiriliyor. Gak deyince para yağıyor (!) guk 
            deyince Meclis'ten yasa çıkıyordu!  
                          Türkiye'nin dış borcu 100 
            milyar doları aşmışken, daha ağır şartlarla verilen on milyarlarca 
            dolarlık krediler bile rahatlatamıyordu piyasaları. Yine de, ''bunca 
            dolardan bize de bir şeyler düşer herhalde, diye bekleyen Ömer (ve 
            gibiler) bir kez daha yanıldı. Paralar batık bankaları kurtarmaya 
            gitti. İşçi, işveren, memur gibi esnaf da havasını aldı. Varsa yoksa 
            bankalardı kurtarılmak istenen!  
                        Ne TESK, TOBB, ATO gibi 
            esnaf ve tacir kuruluşlarının; ne TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ gibi işçi 
            konfederasyonlarının; ne diğer sivil toplum örgütlerinin; hatta, ne 
            de anlı-şanlı TÜSİAD'ın uyarılarını, feryatlarını duyan vardı. 
            Türkiye yangın yerine dönmüştü...   
                          Ömer; işçiyi, memuru, 
            esnafı  silindir gibi ezen krizleri  protesto etmek için otomobilini 
            yakan Turan Pektaş'ın televizyon ekranlarından Türkiye'ye yayılan, 
            ''elektrikçiyim ve iflas ettim, her şeyimi kaybettim'' feryadını 
            duyuyor; kendi sessizliğine saklanarak kaçınılmaz sonu bekliyordu.  
                           Bursa'dan Ankara'ya 
            gelerek Başbakanlık önünde protesto eylemi yapan Coşkun Yıldız'ın 
            çığlığı da kendi isyanına ne kadar benziyordu:  
                           -Ben de bu ülkenin 
            vatandaşıyım. Ben namuslu bir vatandaşım, Krizleri ben çıkarmadım. 
            Gece-gündüz dürüstçe çalıştım ama battım, yardım edin…  
                            -Tıpkı ben, diye geçirdi 
            içinden...   
                          Yedi milyarlık kredi borcu 
            için tankerine haciz kararı çıkarılan ve işsiz, parasız kaldığı için 
            ekmek teknesini Başbakanlık önünde ateşe veren Kazım Gemalmaz'ın 
            derdi de aynıydı. Polislerin karga tulumba götürdüğü Gemalmaz 'ın 
            sesi hala kulaklarındaydı:  
                             -Açım, evime ekmek 
            götüremiyorum...  
                             Başbakanın önüne atılan 
            yazar kasa görüntüsü, Türkiye'nin Ömerlerle dolu olduğunun 
            resmiydi...  
                            Yine Başbakanlık binası 
            önünde aracını yakan esnaflar, Ramazan Ertaç ve Aydemir Aydın 'ın 
            protestosu ile TBMM çatısına çıkan işsiz vatandaşın eylemleri neyse  
            de; 19 yaşındaki simitçi Tuncay Samalı'nın Meclis önündeki Mil1i 
            Egemenlik Parkı'nda ilmiği boynuna geçirmesi, üstelik, simit 
            tablasını da idam sehpası gibi kul1anması kanına dokundu Ömer'in...  
                             -0Iur mu be oğlum, bu 
            yaşta intihar edilir mi? Seni  bu çaresizliğe itenleri Allah 
            kahretsin...  
                             Yüz bini aşkın esnaf 
            iflas edip, milyonlarca insan işsiz .kalırken; bu yangından mal 
            kaçıranlar da yok değildi. Örneğin, Merkez Bankası Başkanı 
            devalüasyondan bir gün önce TL hesabını dövize çevirerek, durduk 
            yerde fakirleşeceğine, kafayı çalıştırıp (!) daha da zenginleşmeyi 
            başarmıştı. Birçok kişinin bu ve benzeri yol1a vurgun yaptığı 
            söyleniyor, yazılıyor, çiziliyor ve araştırılması isteniyordu. 
            Yöntem de basitti: Devalüasyondan bir gece önceki para trafiği 
            bankaların ve devletin kayıtlarında mevcuttu; bakılsa, kim ne 
            götürdü görülebilirdi. Bakıldıysa da görülmedi, görüldüyse de 
            açıklanmadı...  
                              Aşık Kurban bu acı 
            olaylara duyarsız kalamazdı. Uzun zamandır eline almadığı sazını 
            indirdi duvardan. Kılıfından çıkarırken kendi kendine söylendi:  
                             -Seni çok özlemişim.  
                            Oğlunun, torununun 
            sırtını sıvazlar gibi, bir süre okşadı sazını. Tezeneyi tellere 
            değdirdikçe yüreğinin kabardığını hissetti. ''Gerçekten özlemişim'' 
            diyerek, makamsız, notasız tımbırdatmaya başladı. Sazı konuşur da 
            sözü durur mu?  
                             Sazım sen de esnaf idin 
            er idin 
                             Sohbet yoksa kendi 
            kendin yer idin , 
                             Hakkım versem, olmaz 
            kalsın der idin 
                             Kriz azrailmiş canları 
            alan 
                             Birden eli de dili de 
            durdu; sazı da sözü de sustu. Son dizeyi bir kez daha tekrarladı: 
                           -Kriz azrailmiş canları 
            alan.   
                           Aklına Ömer geldi birden! 
            Bir sürü kötü ihtimalin çalkalandığı zihni bulandı. Artık duruma el 
            koyma zamanının geldiğine karar verdi. Mağazaya doğru yola 
            çıkarken,birkaç adım attıktan sonra durdu. Yokuştan aşağı inmeden 
            dükkanına uzun uzun baktı; gönlünü aldı!  
                          -Ömer'e değil, sana 
            haksızlık etmişim. Boyan dökük, için dar, rafların boş ama, yine de 
            dimdiksin benim gibi. Başın öne eğik değil. Ben dönene kadar kendine 
            iyi bak, hoşçakal...  
                           Her zamankinden daha 
            hızlı indi yokuş aşağı. İlçe merkezine her vardığında dikkatini 
            çeken yer oğlunun dükkanı olurdu; şimdi Rıza'nınkiydi. Nedense, 
            birden başı önüne eğik yürümeye başladı. Sanki kimse hatırını 
            sormasın, ''n 'aber Aşık, uğurlar ola...'' demesin istiyordu.  
                         Endişelerinde haksız 
            sayılmazdı; Ömer gerçekten büyük sıkıntıdaydı. Senetleri protesto 
            olmuş, para aldığı tefecilerin, 'borcunu öde' uyarıları artık ölümle 
            tehdide varmıştı  Ödeyemedikçe imza atmak zorunda kaldığı, miktarı 
            kabarık yeni borç senetleri yüzünden gözüne uyku girmiyordu. 
            Bakışlarındaki fer sönmüş, epeyce kilo verdiği için dikkat çekici 
            biçimde zayıflamıştı. Çaresizlik, her çarenin kapısını 
            kilitlemişti.  
                          Öğlen vakti olmasına 
            rağmen, oğlunun mağazayı kapatmak üzere olduğunu gören Kurban, daha 
            da hızlandırdı adımlarını. Babasının geldiğini fark eden Ömer'se, 
            bir an önce kepengi indirmenin telaşına kapıldı.   
                           Önceden böyle yapmazdı; 
            babasını içeri davet eder, mutlaka bir ikramda bulunur, hal hatır 
            sorardı.   
                            Aşık Kurban mağazanın 
            önündeki kaldırıma adımını atar atmaz Ömer de kepengi indirdi.  
                           CAAAŞŞ!  
                           Ne yüzü ekşidi Kurban'ın 
            ne kaşları çatıldı. Ne de tek laf etti, tınmadı bile. Soluğunu 
            toparlamadan sordu:  
                          -Hayırlı işler evlat. Bu 
            saatte dükkan kapatılır mı, nereye böyle?  
                          Sabahtan beri tek bir 
            müşteri gelmediği için morali bozulan Ömer, babasının niyetini 
            anladı. Her şeyi açık seçik ,anlatmasını isteyebilirdi. Onunla uzun 
            boylu sohbetten kaçmıyordu. Yalan söyledi:   
                         -Yok baba kapatmıyorum. Bir 
            arkadaşla buluşacağız da...  
                       -Yalan söyleme. Benden 
            kaçıyorsun. Haftalardır uğradığın yok. İki çift Iaf edemedik. İşler 
            nasıl? Borçlarını ödeyebiliyor musun?   
                         -Pek tadı yok. Malum, 
            memlekette kriz var. Millette para ne arasın. Olan da zaten 
            harcamıyor...  
                          Durum tahmin ettiği 
            gibiydi.  
                         -Bittin mi, battın mı?  
                          Bir süre sessiz kalan 
            Ömer, ''bittim'' dedi.  
                         -Doğru söyle...  
                           Babasının yüzüne bakmadan 
            konuşuyordu. Kısa bir sessizliğin ardından boynuna sarılarak 
            ağlamaya başladı.   
                         -Battım baba... battım!...  
                          Donup kaldı Aşık Kurban. 
            Onca rakibi kurban eden dili tutuldu. Boynuna sarılan oğlunun 
            sırtını sıvazlamak istedi, kaldıramadı elini. Babasının 
            tepkisizliğinden utanan Ömer bırakınca, yaşlı gövdesi dizlerinin 
            üzerine yığıldı. Hareketsiz vücudu pelte gibiydi.  
                          Panik içinde, 'baba... 
            baba... ' diye bağıran Ömer, koltuk altlarından tuttuğu Kurban 'ın 
            sırtını, nefret ettiği o galvaniz kepenge dayadı.  
                          İrkildi, kafasını arkaya 
            atarak ilçenin yamacına dikti  gözlerini. Tozlu kenar mahalle 
            sokaklarında kaybolmuş bakkalını arıyordu sanki. Sonra, içi boşalan 
            çuval gibi büzüldü, büzüldü...  
                          Durumu anlayan yaşlı bir 
            esnaf, Ömer'i kolundan tutup kenara çekti. Neredeyse ikiye katlanan 
            Aşık Kurban’ı kaldırıma uzatıp, göz kepenglerini indirdi. Bu kez o 
            kahrolası ses duyulmadı, Çit bile çıkmadı...  
                           Ömer'in hıçkırıkları, 
            kalabalığın uğultusunda kaybol1du.  
                           Ertesi gün defnedildi 
            Aşık Kurban'ın cenazesi. Bir yere yazmadığı, kimseye söylemediği 
            için, sazıyla arasında sır kalan, ''Kriz azrailmiş canları alan'' 
            dizesini ne duyan oldu ne de bilen.  
                           Tüm aile o akşam baba 
            evinde toplandı. Bakkalı ertesi gün torunu Sinan açtı.   
                           Ömer'i de bir daha gören 
            olmadı.  
                         Günler geceleri, sevinçler 
            acıları kovaladı. Mağazanın bulunduğu caddede amaçsız turlardan 
            sıkılan Sinan, eve gitmek için yokuşa yönelecekken, ilçenin tepesine 
            çullanmış karanlığın içinde ilerleyen iki ayağı takip etmeye 
            başladı. Gecenin sessizliğini silkeleyen aceleci ayak sesleri, 
            mağazanın önünde kesildi. Karanlıkta parlayan galvaniz kepengin 
            üzerine yansıyan bir gölge oyunu gibi hareket eden karaltı; kepengi 
            yavaşça diz kapağı boyunda kaldırıp sürünerek içeri girdi, ışığı 
            yaktı. Beklemeye devam eden Sinan şaşkındı.  
                         -Boş mağazaya niye hırsız 
            girsin ki?.. Girse bile niye ışık yaksın ki?.. diye söylenirken, 
            merakı ve şaşkınlığı iyice arttı. Mağazadan kimse çıkmayınca içeri 
            girmeye karar verdi. Tedirginliği korkuya dönüştü.  
                          -İçeri girersem onunla 
            boğuşmam gerekir...   
                         Mağazanın önüne vardığında 
            ayaklarını yere vurarak , sesler çıkarmaya, öksürmeye başladı. Soğuk 
            soğuk terlediğini hissetti. ''En iyisi kepengi açayım, beni görünce 
            kaçar nasıl olsa'' dedi. Üç karış kadar açık olan kepengi ortasından 
            tutup hızla yukarıya itti. Birkaç saniyede koca bir ruloya dönüşen 
            kepengin çıkardığı o ses, ilçenin üzerini örten zifiri karanlığı 
            yırttı.  
                          CAAAŞŞ!  
                          Karanlığın içinde eriyen 
            sesin yankısını Sinan 'm çığlığı kovaladı:  
                         -Babaaa!.. .  
                        Kepengi kaldırdığında, 
            kapıdan bir hırsızın çıkmamsı beklerken, boş vitrinin parlak 
            ışıkları arasında sallanan babasının cesediyle yüz yüze gelmişti. 
            Bir ilmiğin ucunda; uzamış boynu, yuvasından fırlamış gözleriyle 
            Rıza'nın mağazasına bakıyordu...  
                         Sinan, korkunç bir kabus 
            görmüştü ama farkında değildi. Kan ter içinde yatağından fırlayıp 
            mağazaya koştu. Boş olduğu için kilitlemedikleri kepengi kaldırınca, 
            kağıt kırpıntıları ve kırık dökük tahta parçalarının kirliliğindeki 
            vitrinle karşılaştı...  
                         Sinan, bu kabusu, dedesinin 
            ölümünden sonra ortadan kaybolan babasına duyduğu hasrete yordu. 
            Yirmi beş gündür yoktu, bir haber de alamıyorlardı. Neredeydi, ne 
            yapıyordu?.. Ölmüş, öldürülmüş olabileceğini aklına getirmek bile 
            istemiyordu. İntihar edeceğine ise hiç ihtimal vermiyordu. Her zaman 
            kendisine, ''en kötü koşulda bile mücadeleden vazgeçme'' demez 
            miydi?  
                          -Benim babam umudunu, 
            gücünü hiçbir zaman kaybetmez, derken; içini kemiren kuşkulardan da 
            kurtulamıyordu.  
                           Ertesi gün, bakkalda 
            otururken veresiye defterinin arasında bulduğu bir şiiri okumaya 
            başladı.  
              &nbs |