“Uzundur
uzun dedemin boyu'' der ya destanda, ben öyle diyemeyeceğim. Dedem
kısa boylu, iyi huylu bir insandı. İyidir iyi dedemin huyu, tam bana
göre bir cümIe olur. Şaka bir yana, gerçekten iyi huylu bir insandı
dedem. Saçları bembeyazdı. Kısa ve beyaz saçları hiç dökülmemişti.
Yaşına rağmen gür saçları vardı. Her zaman arkaya doğru tarar ve
tertemiz bakardı saçlarına. Ceket ve pantolonu hiçbir zaman aynı
renk olmadı. Takım elbisenin insanı kısa gösterdiğini düşünürdü. ''V
yaka'' süveteri, ne ceketine ne de gömleğine uyardı. Ama kendisine
uyardı.
Cebinde sürekli kısa bir ip,
çakı, ayna ve mendil vardı. Bunları cebini karıştırırken gördüğümü
sanmayın.Hepsini kullanırken gördüm. Gereksiz olduğunu düşündüğüm bu
eşyaları çoğu kez benim için kullanırdı, gün gelir hepsi Iazım
olurdu. Mendili kareli ve beyazdı. Kendisine has kokusu, mendiline
de sinmişti.
Beni,küçükken berbere sürekli
dedem götürürdü. Berber traş ederken dökülen kılları kendi
mendiliyle silerdi.Berbere fırçasını kullandırmazdı. Adeta iki kişi
traş ederlerdi, dedemle hatıralarımızın doldurduğu kafamı. O traşIar
sırasında mendilin kokusu içime sinmişti.
Metal renkli çakısı, kenarında
köşesinde meyve Iekeleri ve yapışkanlığı taşırdı. Aynası yuvarlak ve
küçüktü. Traştan sonra, berberden eve gelene kadar o küçük aynayla
saçımı gösterirdi. Adeta berberin aynasına güvenmezdi. O aynadan
hiçbir zaman yüzümün tamamını göremedim! Küçük bir cep aynasıydı. Bu
aynadan kendi saçları gibi kısa kestirdiği saçıma bakardım. Arada
bir dedem;
- ''Adama benzedin, yüzün gözün
açıldı'' derdi. Hala saçlarım öyle kısa. Aynalar değişti ama saçım
da, zihnimdeki mendil kokusu da hiç değişmedi.
Dedem dizlerini kırarak
yürürdü. Yükü de ağır sayılmazdı. Dedim ya, dedem ufak tefek bir
adamdı. Biraz da ayaklarını yere sürterek kendine özgü bir yürüyüş
yaratmıştı. Babaannem kızdığı zaman, ''Bakmayın ona. Onun yarısı
yerin dibinde'' derdi. Gerçekten de ilginç bir saygınlığı vardı
ailemizde ve çevresinde. Kimse yanında yüksek sesle konuşmazdı.
Dedemle ilgili eleştiriler yüzüne değil, başka bir odada dedikodu
ortamlarında yapılırdı. Ne babam ne de amcam onun yanında
çocuklarını kucaklamaz, hatta eşleriyle de konuşmazlardı.
Çocuklarınızı sevmeyin, eşinizle konuşmayın, dememişti
onlara.Kendiliğinden oluşan bir yaşantıydı bu.
Elazığ'dan İzmir'e 1979
yılında ''göçmüşüz''. Göçmek, dedemin tabiridir. Dolu dolu anlatıyor
gelişimizi.Tam üç aile birlikte gelmişiz. Dedem Elazığ'daki evleri
ve dükkanını satarak getirdiği parayla İzmir'de iki ev almış. Biri
babama diğeri de amcama. Aynı apartmanda halamın kocası Mustafa da
bir ev almış. Üç aile aynı apartmanda otururduk. Kapılarımız her
zaman açıktı. Üç aile sanki bir evde oturuyorduk.
Ne kadar sonra bilmiyorum,
sanırım 1981'de dedem aynı sokakta bir bakkal dükkanı açtı. Evde
oturacak bir yapısı yoktu. Senelerce erken kalkmış, dükkana
gitmişti.Babam, dedemin Elazığ'dayken dörtte, beşte kalktığını
söylerdi. Karanlıkta... Güneş doğmadan dükkana gidermiş. Sebze
halinde dükkanı varmış. Sebze komisyonculuğu yaparmış.
Anlatılanlardan pek başarılı olmadığı hissine kapılmıyor değilim.
Bakkal dükkanı ile ev arası
yüz metreydi. Bir basamakla dükkana çıkılıyordu. Kapının önünde
amcamın yaptığı ekmek dolabı vardı. Kahverengi ve camlı olan bu
dolabın içinde hepsi dik duran ekmekler olurdu. Dükkan küçük ama çok
yüksekti. Duvardan duvara kırmızı, metal raflar vardı. Dedem
yukarıdaki raflara nasıl yetişiyordu ki! Ama bazen konuşulanlardan
yüksekteki kutuların boş olduğunu anlardım. ''Dükkan dolu görünsün
diye koydum'' derdi. Beyaz bir esnaf zekası mıydı kim bilir? Dükkana
bir buzdolabı ve vitrin zorla sığdırılmıştı sanki. Dolabın dört
kapağı vardı. İki üstte, iki altta. Alt kapaklarda peynir tenekeleri
ve koliler olurdu. İçki satılmazdı. İçkiyi de sevmezdi dedem. Ama
içene de kızmaz, içeni eleştirmezdi. Kızmaya, eleştirmeye kalksa
babamla senelerce konuşması gerekirdi ! Ailede pek içen de yoktu.
Zaten babam herkesin yerine içerdi. Kapının arkasında tahta gazoz
kasaları vardı. Beyaz, sarı, siyah renkli gazozlar vardı. Kırmızı
rafların orta gözündeki amcamın yaptığı sakız kutusu da hala
aklımdadır.
Dükkana girince dedemi
göremezdik! Kapıdan girişte sol tarafa dönünce sandalyesi vardı. Hep
orada oturur, çakısıyla ya meyve soyar ya da takma dişlerini
temizlerdi. Halbuki amcam takma dişlerinin zedeleneceğini düşünerek
bir çok kere, çakıyla temizlememesi gerektiğini söylemişti ona.
Kapıdan girişte sola dönünce, dedim ya, bu cümleyi aklınızda tutun.
Bu cümleyi tekrar kullanacağım.
Bu dükkanla ilgili olarak hep
yaz akşamları aklımda kalmıştır. Belki de kışın sokağa
çıkamadığımdandır. Her gün akşamüzeri dedem dükkanın önünü sulardı.
Bir torbaya su doldurur, çakısıyla da torbayı süzgeç gibi delerdi.
Torbadan fışkıran su, dükkanın önündeki betonu ıslatır,süpürülmese
de temiz görüntüsü verirdi. Esnaf denince de, zihnimde, dükkanın
önünü sulayan ve suladıktan sonra kapısının önünde duran dükkan
sahipleri gelir. Şimdilerde hiç dükkanın önünü sulayan yok! Büyük
marketlerin, hatta hipermarketlerin, önünü sulayan, kapısında oturan
mı var sanki ! Bu marketlerin sahipleri belki dükkanlarını da
görmemişlerdir. Sadece muhasebesiyle ilgileniyorlardır.
Dükkana mal alınmıştı.
Amcam ve dedem konuşurken yanlarındaydım. Amcam;
-''Gidip senetleri
imzalayacağım'' dedi.
Dedem de, mavi gözlerinden
başka her yeri ile sinirlendiğini belli ederek;
-''Ne senedi, ne imzası
kardeşim? Biz esnafız. Sahtekar değiliz. Güvenmiyorlar mı bize?
Yerimiz belli, yurdumuz belli.'' dedi.
Bu cümleden şimdi çok şey
anlıyorum. Esnafa senet imzalatmak güvensizlikti ve esnafın yeri
yurdu belliydi.Bu küçücük dükkan, bakkallıktan, kazançtan daha çok,
daha başka şeyler ifade ediyordu dedeme. Yer, yurt...Evet; bu dükkan
dedemin yeri, yurduydu.
Okul dönüşlerinde dükkana
uğrardım. Bazen on dakika, bazen de saatlerce önlüğümü bile
çıkarmadan dedemin yanında dururdum. Yağmurlu bir gündü. Dükkanın
sokağına girdim. Dükkanın kapısında, tenteleri aşağı doğru çekmek
için kullanılan ucu çengelli, uzun demiri gördüm. Demir çubuk kapıya
çapraz olarak bırakılmıştı. Günümüzdeki alarm gibi bir şeydi. Bu
demir çubuğun kapıya çapraz olarak bırakılması, dedemin içeride
olmadığını gösterirdi, kısa sürede geleceğini belli ederdi. Dedem
kısa süreli dükkandan ayrılışlarında kapıyı kilitlemeye gerek
duymaz, bu demiri çapraz olarak kapıya bırakırdı.Günümüzde, esnaf
dükkanındayken bile hırsızlık yapılabiliyor! Ama dedemin yetiştiği
yıllarda, insanların, bu demir gibi sağlam ve dümdüz olduğu, dedemin
bu davranışından belli oluyordu.Az sonra dedem geldi. Camiye
gittiğini söyledi. Demir çubuğu aldı, yerine koydu. Kapının
arkasındaki süpürgeyi göstererek ''dükkanı süpürelim'' dedi. Hemen
süpürgeyi aldım ve süpürmeye başladım. Ekmek kırıntılarını elimle
almamı söyledi ve kuşlar yesin diye karşı duvarın dibine döktürdü.
Dükkan süpürülürken asla dışarı doğru süpürülmezdi. Esnaflar
arasında bereketin gittiğine inanılırmış. Süpürdüğümüz toz ve
kırıntıları dükkanın içinde kürekle toplayıp çöpe döktüm. O sırada
dükkana bir müşteri girdi; Metin Amca. Metin Amca bankadan
emekliydi. Yeni ve yıpranmamış paraları hep cüzdanının ayrı gözüne
koyardı.
-''Peynir alacağım'' dedi.
Dedem;
-''Metin bey, peynir size
yaramaz'' dedi.
Metin amca teşekkür etti ve
hayırlı işler dileyerek gitti. Dedemin esnaf kişiliğine teşekkür
etmişti. Dedem, kötü peyniri kendisine layık görmemişti. Halbuki,
dedem sadece ona değil, sabahki müşteriye de layık görmemişti. Ona
da ''peynir size yaramaz'' demişti. O akşam peynir tenekesi bizim
evlere geldi. Üç evin üçünde de peynirli börekler yapıldı. Gerçekten
de kırılmış ve ufalanmıştı peynir. Ben de, az da rastlasam,
tanıdığım satıcılardan ''hocam size yaramaz'' sözünü duyunca,
içimden, işte esnaf diyerek geçiriyorum; dedemi, gözümdeki en büyük
esnafı hatırlıyorum. Bankacı Metin Amca gibi teşekkür ediyorum.
Çünkü beğenmediği malı müşterisine layık görmüyor. Biliyor ki
müşteri, sevgi gibi, onur gibi, ömürlüktür. Çocukken en büyük zevkim
cumartesi günleri dedemle dükkanda olmaktı. Cumartesi pazarı,
dükkanın hemen yanında kurulurdu. Sabahtan akşama kadar eli kolu
sebze,meyve dolu insanlar geçerdi. Yine bir cumartesi günüydü. Dedem
dükkanın önünü sulamış, kapının önünde oturuyordu. Gelip geçen
insanlarla selamlaşarak çay içiyordu.Kapının önünden geçen
insanların bazıları eski dostlarıydı. Elazığ 'lı oldukları
konuşmalarından ve tavırlarından belliydi. Bunlardan bazıları da
sohbeti uzatır, bir bardak da çay içerlerdi. Kendisi siftah ettiği
için, müşterisini siftah edemeyen komşusuna gönderen esnafın
hikayesini de, bu sohbetlerden duymuştum. Öğle saatlerinde
üniformalı, telsizli ve şapkalı iki adam geldi. Sohbet
etmeyecekleri, Elazığ'lı olmadıkları her hallerinden belliydi.
Adamlardan şişman olanı;
"Amca, tabelan nerede?'' dedi
dedeme. Dedem, camda asılı olan, siyah üzerine yaldızlı yazıyla
yazılmış tabelayı göstererek;
-''İşte oğlum'' dedi.
Adam;
-'' Amca öyle olmaz'' dedi.
''Tabela duvarda olacak'' diye ekledi.
Daha sonra, o zaman için
anlamadığım Bağ-Kur, sigorta, vergi gibi bir şey konuştular. Bu
konuşmaların bitmesi ve adamların gitmesi dedem için ne kadar
önemliydi, bilmiyorum. Ama benim için çok gerekliydi. Dedemin her
gün ikram ettiği gazozu bekliyordum. Adamlar gitti. Dedemle babam
akşam bu olayı konuşmuşlardı. Birkaç gün sonra babam, elinde
tabelayla geldi. Mavi yazıların yazıldığı tabela beyaz renkliydi.
''DOĞRULUK PAZARI'' olmuştu dükkanın adı. Tabela duvara asıldı.
Dedem, sanki başına gelen belaymış gibi bakıyordu. Geçenlerde gelen
adamların bıraktıkları forma tabelanın ölçüleri yazıldı. Hesaplar
yapıldı.Dedem;
-Yahu, el kadar tabelanın da
vergisi mi olur?'' dedi.
Anladım ki, dedemin yerinin
yurdunun, adının yazıldığı tabela, dedeme şan şöhret değil, vergi
getirmişti. Doldurdukları formu muhasebeciye götürdüm. Saman kağıda
basılmış formu yırtmadan, düşürmeden teslim ettim.Formda ne olduğu,
ne getirdiği, ne götüreceği beni ilgilendirmiyordu. Dönüşte işe
yaramanın vereceği mutluluk önemliydi. Hatta, okuluyla arası kötü
bir öğrenci olduğumdan, çok çalışırsam dedem beni okuldan alır,
yanında çalıştırır diye düşünürdüm. Ama dedem, her gazozlu
sohbetimizde;
-''Oku oğlum. Hiçbir şey
olamazsan öğretmen olursun'' derdi.
Gün aşırı kulağımı çeken
öğretmenim, acaba hiçbir şey olamamış da, öğretmen mi olmuştu! Ya
babam, annem? Onlar da öğretmendi. Ailemizde öğretmen çok
olduğundandı herhalde; dedem, öğretmen olmayı kolay diye düşünürdü.
Babam bile öğretmen olmamış mıydı?
Bir süre sonra dükkan
kapandı. Kapanış günlerini hatırlamıyorum. Birdenbire hayalimden
silindi. Dedem artık bizimle ilgileniyordu. Kısa gezintiler, dedemin
askerlik anıları ve unutamadığım sesiyle söylediği o türkü:
''Ruhumda bir sıkıntı var, getsin diyom getmiyor ki...'' Dedem daha
sonraları hastalandı. Liseyi yeni bitirdiğim yıllardı. Prostatmış
dedem! Esnaf hastalığıymış prostat. Dükkanını bırakıp tuvalete
gidemedikleri için birçok esnafta olurmuş hastalık. Kendini
geçindirmekten başka bir şey kazanamadığı bu meslekten, esnaflıktan,
kendisine Bağ-Kur emekli maaşı ve prostat kalmıştı. Bir de anıları.
Bir yaz akşamı dedemi
kaybettiğimizi öğrendik. Bütün aile amcamın evine gittik. Hiçbir şey
beklediğimiz gibi değildi. Sanki evde düğün hazırlığı vardı! Dedemin
türküsünde söylediği gibi, ruhundaki sıkıntılar gitmişti herhalde.
Dedemi kaybedişimizin
üzerinden yıllar geçti ama hala evlerimizde gibi. Elazığ'la ilgili
sohbetler olduğunda en önemli kahraman dedem olur.
Hani filmlerde, yaşanmış
öykülerin sonunda kahramanların şu anda neler yaptığını söyleyerek
bitirirler ya ben de öyle bitirmek istiyorum.
Dedem... Dedem şu anda
Balçova Mezarlığı 'nda. Dükana girince solda otururdu ya,
mezarlıktaki yeri de mezarlığa girince solda. Önü düzlük bir yerde.
Her gidişimde, çiçeklerden çok, mezarın önünü sularım. Onun gibi
torbaya su doldurur ve delerim. Torbadan fışkıran su, mezarın önünü,
sanki esnaf dedemin dükkanı gibi yapar. Öğretmen olduğum zaman da
diplomamı dedemin mezarına yapıştırmış, iki gün sonra almıştım.
Babam... Babam, emekli oldu.
O da dedem gibi çakı taşıyor! Ama onun gibi meyve soymak için değil.
Yolda herhangi biriyle uzun uzun tartışmamak içinmiş.
Amcam... Amcam, PTT'de idareci
olarak çalışıyor. İki çocuğu var. Bazen onu izlerken çok
şaşırıyorum. Dedem karşımdaymış gibi geliyor.
Dükkan... Dükkanın önünden
bazen geçiyorum, şimdilerde depo olarak kullanılıyor. Ama önünün
sulanmasını, kapısında hemşehri sohbetlerin yapılmasını ve içinde de
kötü peynirin kimseye Iayık görülmemesini özlediği her halinden
belli.
Ben... Ben Kars'ta öğretmen
olarak çalışıyorum. Acaba ''Hiçbir şey olmazsan öğretmen ol'' diyen
dedemin duaları mı kabul olunmuştu, bilemiyorum. Yakında bir
çocuğumuz olacak. Adını şimdiden bulduk. Öykü:çocuğumuzun adı Öykü
olacak. Bir öykü yarışmasının ilanını okurken aklımıza geldi. Ferah
ve derin bir isim. Bazen kendi kendime düşünüyorum. İyi ki otomobil
yarışlarına hazırlanmıyorum! Yoksa, bu yarışmadan esinlendiğimiz
gibi çocuğumuzun adını ''Rally'' koyabilirdim. |