</
Arabacının Öyküsü (Kemal Ateş)

 

           Onun öyküsünü yazmaya ilk başladığımda, bir gecekondu mahallesinde oturuyordum. Mahallemizde birkaç arabacı vardı, ömrü tükenmek üzere bir meslekti arabacılık, sayıları her geçen gün azalıyordu, bir öykünün demlenme süresince bile ömürleri kalmamıştı. Öyle de oldu, birden yok oluverdiler. Pis benzin kokuları bırakan motorlu araçlar doldurdu ortalığı. Bir öykünün demlenme süresince bile ömürleri kalmadığı için de, yeniden gözleme olanağı bulamadım arabacıları, bu yüzden Arabacı Veli 'nin öyküsü bir karalama düzeyini aşamadı. Ama içimdeki yaşamı sürüp gitti, her gerçek öykü kahramanının yaptığı gibi, yazarını bırakmadı. 

          O günlerde babam işinden atılınca, gecekondumuzun bir duvarını yıkıp, bakkal dükkanı açmıştı. İşimiz umduğumuzdan, beklediğimizden de iyi gitti. Evimizin arkası tıkır tıkır işleyen küçük bir dükkan olmuştu. Gittikçe yeni eklentilerle rafları, tezgahı, vitrini büyüdü, evimizin içinden duyulan sabırsız kalabalığın gürültüsü bize her zaman keyif verdi. Yoksul günlerimizin ardından o gürültücü kalabalık bize bolluk getirdi, yaşamımıza bir şenlik kattı. İvecen müşterilerin babamı iyice bunalttığı sıralarda, yardımına ya ben, ya kardeşim koşuyorduk. Sayısı her geçen gün artan kalabalığın içinde çeşit çeşit insan vardı. Çoğu köyünden yeni gelmiş garibanlardı. Kiminin dilini anlamakta bile zorlanıyorduk. Arabacı Veli, bizim sorunsuz müşterilerimizdendi, veresiyeci değildi, babamın deyişiyle bu gün kazanıp bu gün yiyenlerdendi. Cebini, kesesini zorlayan zamlardan bir bakkalın sorumluluğunun ne olabileceğini bilirdi. Pahacısınız deyip, hır çıkarmazdı dükkanda; alışverişin başında da, sonunda da hep şakacı olurdu. 

          -Hemşerim bir avanak otu ver hele! derdi. 

          İçtiği Birinci sigarasının adı avanak otuydu. 

          Kahvede daha açık saçık olurdu şakaları. Yenilenin öfkesi, yenenlerin şamatası yüzünden iyice kızışıp gece yarılarına dek süren iskambil oyunlarının sonunda, gitmek için yalvarırdı arkadaşlarına: 

          -Yahu n'olur, bırakalım şu oyunu... Millet biri bitirdi, ikiye başladı, biz haIa kahvedeyiz... 

         Sonra oradakilere bir göz atardı, söylediklerini kim anladı, kim anlamadı diye. Anlayanlar gülüşürken, anlamayanların aptal suratları onu daha çok güldürürdü. 

        Bakkalda, manavda, kahvede her şeye güzel adlar takan bu adam, günün birinde değişiverdi. Az gülüyordu, az şaka yapıyor, daha az tıraş olup kötü giyiniyordu. Kısacık bacaklarıyla zor biniyordu arabasına. Dükkanımıza daha sık gelmeye başladığını da söylemeliyim. Hem sıkça geliyor, hem daha uzun konuşuyordu babamla. Dirseğini tezgaha dayayıp da içini bir dökmeye başlayınca, bırakıp gidemiyordu. Sıkıntısını bizimle paylaşması demek, bütün bir mahalleyle paylaşması demekti. Babama içini dökerken, bunun bütün bir mahalleye içini dökmek olduğunu biliyordu. Söyledikleri bir giz değil, bir ''imdat'' çağrısıydı, söyleyişinden anlıyorduk. Günlerdir bir umar arayıp durduğu sorununun ne olduğunu dükkanda bir iki kez konuşması yetti, mahallede duymayan kalmadı: Devlet arazisi sandığı gecekondusunun yeri tapuluymuş, bundan bir süre önce yanında avukatı, elinde tapusuyla kapısına dayanan adam uykularını kaçırmış. Kısacık bacaklarının daha da kısalıvermesi, yorgunluğu, bitkinliği, şiş şiş gözlerle dolaşıp durması bu yüzden . YılIar sonra ortaya çıkan o eli tapulu adam, alıcı bulursam, satarım da demiş. İstediği parayı söyledikten sonra, bir telefon numarası bırakıp gitmiş. MahalIede Arabacı Veli 'ye önce acıdılar ya, ardından bu arsayı alabilir miyim, hesapları başladı. Veli, adamın istediği parayı bulabilmek için, yardım görebileceği her kapıyı zorladı, hepsinden de eli boş döndü. En yakınları bile para yerine akıl verdiler: 

          -Atını arabanı sat, evini kurtar! 

          Veli atı arabayı çoktan gözden çıkardı ya, evini kurtarabilmek için, atı arabayı bir kez değil, üç kez satması gerekiyordu. Her uğradığında para edecek nesi varsa sayıp döküyor dükkanda: 

         -Atı arabayı satarım altı bine... Hanımın altınını bileziğini de koyduk mu üstüne, etti mi yedi bin? Babam iki koç veririm sana, dedi. Bin de onlara diyelim, etti mi sekiz... Evde biraz kap kacak, bakır şu bu var. Beş yüz de onlara desek, etti mi... 

         Liste uzadıkça, en başta hesapladığı atı arabayı unutuyor, hesaba bir daha katıyordu. Dinleyenler o zaman gülüyorlar, kahvedeki o güzel şakalarını anlamayan aptallar gibi görmeye başlıyorlar Veli 'yi. Hesabı karıştırdıkça iki kez satılan atı arabası bile kurtarmıyor evini. Yaptığı hesaplar, umutsuz, umarsız bir adamın çırpınışları. 

        Veli hesaplarına başlayınca, her türlü hınzırlığın baş müşterisi adamlar sarıveriyor çevresini. Arsayı alabilir miyim, hesabında olanlar da adım adım arkasındalar; onun gülünç hesaplarından, umutsuz çırpınışlarından, yaşamını karabasana çeviren umarsızlığından keyif bile duyuyorlar: 

           -Sen şu atı arabayı bir daha sat Veli ! diyorlar. 

           Kendine eğlence arayan konu komşunun niyetini karısı ondan önce anladı: 

           -Artık bırak şu hesapları, dedi kocasına. Millete eğlence olduk! 

           Veli, arsaya gücünün yetmeyeceğini anlayınca, hem arsayı, hem kendi evini alabilecek birini aramaya başladı. Veli 'nin gülünç hesaplarını dinledikçe işin sonunun böyle olacağını bilenler, hazırlıklarını çoktan yapmışlardı. Bunların en başında da Kahveci Hulusi ile Kasap Ramazan vardı. Oldu bitti sanılan pazarlıklar son anda bozuluveriyordu. Veli gene bir gün ''avanak otu'' dediği sigara için gelmişti dükkana. 

            -Evi Kahveci Hulusi 'ye satarsam arkamdan söverler mi? diye sordu babama. 

          Babam ağzını açmadan, konuşmadan Veli 'nin gözlerine bakıp bakıp gevşedi yüzü, Veli babamın gülüşünden anladı anlayacağını ya, gene de sordu: 

            -De söyle... Niye güldün? 

            Yanıtı kolay sorulara gülerler, dedi babam. Hem de yedi sülalene söverler senin. Bilmiyor musun o köstebek Hulusi 'yi? Toprağa doydu mu hiç! Sağını solunu boyuna eşip duruyor. Huzur bıraktı mı mahallede? 

           Babam bunları söyledikten sonra, şimdiye dek seyirci kaldığı pazarlıklarda etkin olması gerektiğini de anladı. Hemen ertesi gün Arabacı Veli 'yi yanına alıp Kasap Ramazan 'ın evine gitti: 

           -Kör baykuşun avı ayağına gelirmiş ! dedi Ramazan'a. Ayağına geldik. 

           Güldü Ramazan, güldükçe ağzı, bıyıkları, büyüdü de büyüdü. 

           Babam havayı şöyle bir yoklayınca, pazarlığın sonuna gelindiğini, işin olacağını anlamıştı. Önce uzun uzun konuştu, Veli 'nin paradan önce, arkasından sövdürmeyecek adam aradığını söyledi, ikisinin de iyice yumuşadığını görünce bileklerinden sıkı sıkı tuttu, el sıkışıp uzlaşmaları için zorladı. En çok da Kasap Ramazan 'a yüklendi: 

           -Hadi kör baykuş ! dedi. Senin köyneğin kalın. Yüz daha vereceksin. Bu para dokunmaz sana. 

           -İyi de... Arsa sahibine de yirmi bin vereceğim, unutmayın... 

           -Onu da verirsin... Karun gibi adamsın sen. 

           Alıcı da, satıcı da kırmadı babamı, günlerce süren pazarlıklar, o gece uzun bir tokalaşmayla bitti. 

        Arabacı VeIi, Kasap Ramazan'dan aldığı parayla, kentin epey dışında küçük bir gecekondu alabildi. Göçünü kendi arabasına yükledi, kırgın, yenik ayrıldı mahalleden. Kovulmuş gibi... Onun için yaşam, sonu gelmeyen bir kovgunluktu sanki. 

         Kasap Ramazan önce ahırdan başladı İşe, günlerce at pisIiği temizledi, bozuk duvarları, düşük tavanları düzeltip onardı, sıvadı, ahırı ortadan ikiye bölünce, üç ev çıktı ortaya, üç de kiracı buldu. Hep düzenIi bir geliri olsun isterdi, kasap dükkanındaki bol kazanca, düzenIi bir geIir de eklendi. 

          Yalnız iki üç ay geçmeden tuhaf bir olayla karşılaştılar. Kasap Ramazan 'ın kiraya verdiği ahırdan bozma evinin kapısı bir gece zorlandı. Ramazan 'ın kiracısı Hayri ile karısı uyumak üzereydiler. Karı koca korku içinde kalktılar yataktan. Kapı sürekli zorlanıyordu. 

           -Kim 0? dedi Hayri. 

          Biri durmadan itiyordu kapıyı. Kadın kocasının gerisinde, dili tutulmuş gibiydi. Evin kalabalık olduğunu göstermek için o da bağırdı: 

          -Kim 0? 

         Gene ses yok. Hırsız olsa, ev sahibinin sesini duyunca kaçmaz mı? Her kimse, havlayıp duran köpeklere de aldırmıyor. Hayri yastığın altına koyduğu nacağı aldı, yüreği ağzında kapıya doğru yürüdü. Karısı ''açma'' dediyse de, açtı kapıyı. Önce nacağı sıkan eli gevşedi, sonra bütün bedeni. Karısı bayılmak üzereyken toparlandı: 

          -Allah belanı vere emi ? dedi. Veli 'nin atı bu! 

         Kapkara, koyu bir karanlık vardı dışarda. Atın gövdesinin yarısını zor seçebildiler. Hayvancağız hiç kımıldamadan, kocaman gözleriyle onlara bakıyordu. içeri girmek için bir iki adım atınca: 

         -Höst höst! dediler. 

         At birden huysuzlandı, tepinmeye başladı. ''Çıkın benim ahırımdan!'' der gibiydi. Hayri atı yatıştırdıktan sonra, boynuna bir ip bağlayıp Kasap Ramazan 'ın evine götürdü. Bu eğlenceden onun yoksun kalmasına gönlü razı olmadı. Kasap Ramazan ' dan sonra bitişikteki komşular da uyandılar. Gecenin o saatinde bile epey bir meraklı kalabalığı toplandı. Konuşmaların, gülüşmelerin ardından Veli 'nin yeni evini bilen biri atı ipinden çekip götürdü. 

        Veli eski mahallesini unutmuş gibiydi. Buraya bir daha adım atmayacağını herkes değilse de, yakın dostları biliyordu. Duramaz, kahveye gelir, bakkala uğrar, gene ''avanak otu'' ister diyenler, yanılmışlardı. Atın kaçıp kaçıp gelmeleri olmasa, kimse yüzünü bile görmeyecekti.

          Güz soğukları yaklaştıkça, eski sıcak ahırını özleyen atı için geldi bir iki kez. 

          Komşular daha görür görmez takıldılar: 

          -Hiç gelip gitmiyorsun Veli? 

          -Niye unuttun bizi? 

          -Atın yeni evinizi beğenmedi herhalde? 

           Onun yerine başkaları yanıt veriyordu: 

          -Ahırı yokmuş ki, neyi beğensin? 

          Kimsenin yüzüne bakmıyor Veli, ha gülecek, ha çözülecek diyenlerin umudu boşa çıkıyor. Komşular ne yapsalar eski Veli 'yi göremiyorlar karşılarında. Her aklın kavrayamayacağı laflar vardı Veli 'de, şimdi suskunluğu, sessizliği seven bir adam olmuş, mahalleden giderkenki o yenik halini atamamış üzerinden, o kovgun halini... 

           En inatçı küskünlerin bile dilini çözerdi annem: 

          -Atın senden vefalı çıktı Veli ! diye bağırdı arkasından. 

         İkinci gelişinde annemin bu sözü üzerine uğradı dükkana. Gene ''avanak otu'' dedi sigaraya. Sigara paketini açarken çözüldü dili:

          -Yerinden yurdundan bir oynamaya gör hemşerim! dedi babama. Yüzünü anneme döndü: 

         -Yerinden yurdundan bir oynamaya gör Nuriye bacı! dedi. İstersen şurdan şuraya git... Gökyüzündeki yıldızların adını bile yeniden öğrenmek zorunda kalırsın. Konu komşunun, eşin dostun adı birden değişiverir. Ananın babanın adını bile yeniden öğretirler sana. 

          O bir konuşunca, ötekiler bin söylemeye hazırdı ya, dinlemedi. Kepenklerin demirine bağladığı atının yularını çözdü, insan yerine atıyla konuşmayı yeğledi: 

         -De hey, eşşeklenme! 

         Onun atıyla konuşmalarını unutmuştuk, ''De hey, eşşeklenme!'' derdi atına. Ata ''eşek'' demenin, insana ''eşek'' demekten daha kötü olduğunu Veli 'den öğrenmiştik. Kamçı sesini de duyunca uysallaşıverdi hayvan. O sözü bir daha duymak istemedi. Sahibinin yürüyüşüne uydu    çaresiz. Veli önde, at arkada mahalleden çıktılar. Yaz geIince ortasında titrek çiçeklerinin mor mor oynaşıp durduğu, kocaman kanatlı leyleklerin konup kalktığı tarlaları da geçtiler. Epey uzaklarda, iki tepenin arasındaki yeni gecekondulara doğru gözden kayboldular.