Onun öyküsünü yazmaya ilk
başladığımda, bir gecekondu mahallesinde oturuyordum.
Mahallemizde birkaç arabacı vardı, ömrü tükenmek üzere bir
meslekti arabacılık, sayıları her geçen gün azalıyordu, bir
öykünün demlenme süresince bile ömürleri kalmamıştı. Öyle de
oldu, birden yok oluverdiler. Pis benzin kokuları bırakan
motorlu araçlar doldurdu ortalığı. Bir öykünün demlenme
süresince bile ömürleri kalmadığı için de, yeniden gözleme
olanağı bulamadım arabacıları, bu yüzden Arabacı Veli 'nin
öyküsü bir karalama düzeyini aşamadı. Ama içimdeki yaşamı sürüp
gitti, her gerçek öykü kahramanının yaptığı gibi, yazarını
bırakmadı.
O günlerde babam işinden
atılınca, gecekondumuzun bir duvarını yıkıp, bakkal dükkanı
açmıştı. İşimiz umduğumuzdan, beklediğimizden de iyi gitti.
Evimizin arkası tıkır tıkır işleyen küçük bir dükkan olmuştu.
Gittikçe yeni eklentilerle rafları, tezgahı, vitrini büyüdü,
evimizin içinden duyulan sabırsız kalabalığın gürültüsü bize her
zaman keyif verdi. Yoksul günlerimizin ardından o gürültücü
kalabalık bize bolluk getirdi, yaşamımıza bir şenlik kattı.
İvecen müşterilerin babamı iyice bunalttığı sıralarda, yardımına
ya ben, ya kardeşim koşuyorduk. Sayısı her geçen gün artan
kalabalığın içinde çeşit çeşit insan vardı. Çoğu köyünden yeni
gelmiş garibanlardı. Kiminin dilini anlamakta bile
zorlanıyorduk. Arabacı Veli, bizim sorunsuz müşterilerimizdendi,
veresiyeci değildi, babamın deyişiyle bu gün kazanıp bu gün
yiyenlerdendi. Cebini, kesesini zorlayan zamlardan bir bakkalın
sorumluluğunun ne olabileceğini bilirdi. Pahacısınız deyip, hır
çıkarmazdı dükkanda; alışverişin başında da, sonunda da hep
şakacı olurdu.
-Hemşerim bir avanak otu
ver hele! derdi.
İçtiği Birinci sigarasının
adı avanak otuydu.
Kahvede daha açık saçık
olurdu şakaları. Yenilenin öfkesi, yenenlerin şamatası yüzünden
iyice kızışıp gece yarılarına dek süren iskambil oyunlarının
sonunda, gitmek için yalvarırdı arkadaşlarına:
-Yahu n'olur, bırakalım şu
oyunu... Millet biri bitirdi, ikiye başladı, biz haIa
kahvedeyiz...
Sonra oradakilere bir göz
atardı, söylediklerini kim anladı, kim anlamadı diye. Anlayanlar
gülüşürken, anlamayanların aptal suratları onu daha çok
güldürürdü.
Bakkalda, manavda, kahvede
her şeye güzel adlar takan bu adam, günün birinde değişiverdi.
Az gülüyordu, az şaka yapıyor, daha az tıraş olup kötü
giyiniyordu. Kısacık bacaklarıyla zor biniyordu arabasına.
Dükkanımıza daha sık gelmeye başladığını da söylemeliyim. Hem
sıkça geliyor, hem daha uzun konuşuyordu babamla. Dirseğini
tezgaha dayayıp da içini bir dökmeye başlayınca, bırakıp
gidemiyordu. Sıkıntısını bizimle paylaşması demek, bütün bir
mahalleyle paylaşması demekti. Babama içini dökerken, bunun
bütün bir mahalleye içini dökmek olduğunu biliyordu.
Söyledikleri bir giz değil, bir ''imdat'' çağrısıydı,
söyleyişinden anlıyorduk. Günlerdir bir umar arayıp durduğu
sorununun ne olduğunu dükkanda bir iki kez konuşması yetti,
mahallede duymayan kalmadı: Devlet arazisi sandığı
gecekondusunun yeri tapuluymuş, bundan bir süre önce yanında
avukatı, elinde tapusuyla kapısına dayanan adam uykularını
kaçırmış. Kısacık bacaklarının daha da kısalıvermesi,
yorgunluğu, bitkinliği, şiş şiş gözlerle dolaşıp durması bu
yüzden . YılIar sonra ortaya çıkan o eli tapulu adam, alıcı
bulursam, satarım da demiş. İstediği parayı söyledikten sonra,
bir telefon numarası bırakıp gitmiş. MahalIede Arabacı Veli 'ye
önce acıdılar ya, ardından bu arsayı alabilir miyim, hesapları
başladı. Veli, adamın istediği parayı bulabilmek için, yardım
görebileceği her kapıyı zorladı, hepsinden de eli boş döndü. En
yakınları bile para yerine akıl verdiler:
-Atını arabanı sat, evini
kurtar!
Veli atı arabayı çoktan
gözden çıkardı ya, evini kurtarabilmek için, atı arabayı bir kez
değil, üç kez satması gerekiyordu. Her uğradığında para edecek
nesi varsa sayıp döküyor dükkanda:
-Atı arabayı satarım altı
bine... Hanımın altınını bileziğini de koyduk mu üstüne, etti mi
yedi bin? Babam iki koç veririm sana, dedi. Bin de onlara
diyelim, etti mi sekiz... Evde biraz kap kacak, bakır şu bu var.
Beş yüz de onlara desek, etti mi...
Liste uzadıkça, en başta
hesapladığı atı arabayı unutuyor, hesaba bir daha katıyordu.
Dinleyenler o zaman gülüyorlar, kahvedeki o güzel şakalarını
anlamayan aptallar gibi görmeye başlıyorlar Veli 'yi. Hesabı
karıştırdıkça iki kez satılan atı arabası bile kurtarmıyor
evini. Yaptığı hesaplar, umutsuz, umarsız bir adamın
çırpınışları.
Veli hesaplarına başlayınca,
her türlü hınzırlığın baş müşterisi adamlar sarıveriyor
çevresini. Arsayı alabilir miyim, hesabında olanlar da adım adım
arkasındalar; onun gülünç hesaplarından, umutsuz
çırpınışlarından, yaşamını karabasana çeviren umarsızlığından
keyif bile duyuyorlar:
-Sen şu atı arabayı bir
daha sat Veli ! diyorlar.
Kendine eğlence arayan
konu komşunun niyetini karısı ondan önce anladı:
-Artık bırak şu
hesapları, dedi kocasına. Millete eğlence olduk!
Veli, arsaya gücünün
yetmeyeceğini anlayınca, hem arsayı, hem kendi evini alabilecek
birini aramaya başladı. Veli 'nin gülünç hesaplarını dinledikçe
işin sonunun böyle olacağını bilenler, hazırlıklarını çoktan
yapmışlardı. Bunların en başında da Kahveci Hulusi ile Kasap
Ramazan vardı. Oldu bitti sanılan pazarlıklar son anda
bozuluveriyordu. Veli gene bir gün ''avanak otu'' dediği sigara
için gelmişti dükkana.
-Evi Kahveci Hulusi 'ye
satarsam arkamdan söverler mi? diye sordu babama.
Babam ağzını açmadan,
konuşmadan Veli 'nin gözlerine bakıp bakıp gevşedi yüzü, Veli
babamın gülüşünden anladı anlayacağını ya, gene de sordu:
-De söyle... Niye
güldün?
Yanıtı kolay sorulara
gülerler, dedi babam. Hem de yedi sülalene söverler senin.
Bilmiyor musun o köstebek Hulusi 'yi? Toprağa doydu mu hiç!
Sağını solunu boyuna eşip duruyor. Huzur bıraktı mı mahallede?
Babam bunları söyledikten
sonra, şimdiye dek seyirci kaldığı pazarlıklarda etkin olması
gerektiğini de anladı. Hemen ertesi gün Arabacı Veli 'yi yanına
alıp Kasap Ramazan 'ın evine gitti:
-Kör baykuşun avı ayağına
gelirmiş ! dedi Ramazan'a. Ayağına geldik.
Güldü Ramazan, güldükçe
ağzı, bıyıkları, büyüdü de büyüdü.
Babam havayı şöyle bir
yoklayınca, pazarlığın sonuna gelindiğini, işin olacağını
anlamıştı. Önce uzun uzun konuştu, Veli 'nin paradan önce,
arkasından sövdürmeyecek adam aradığını söyledi, ikisinin de
iyice yumuşadığını görünce bileklerinden sıkı sıkı tuttu, el
sıkışıp uzlaşmaları için zorladı. En çok da Kasap Ramazan 'a
yüklendi:
-Hadi kör baykuş ! dedi.
Senin köyneğin kalın. Yüz daha vereceksin. Bu para dokunmaz
sana.
-İyi de... Arsa sahibine
de yirmi bin vereceğim, unutmayın...
-Onu da verirsin... Karun
gibi adamsın sen.
Alıcı da, satıcı da
kırmadı babamı, günlerce süren pazarlıklar, o gece uzun bir
tokalaşmayla bitti.
Arabacı VeIi, Kasap
Ramazan'dan aldığı parayla, kentin epey dışında küçük bir
gecekondu alabildi. Göçünü kendi arabasına yükledi, kırgın,
yenik ayrıldı mahalleden. Kovulmuş gibi... Onun için yaşam, sonu
gelmeyen bir kovgunluktu sanki.
Kasap Ramazan önce ahırdan
başladı İşe, günlerce at pisIiği temizledi, bozuk duvarları,
düşük tavanları düzeltip onardı, sıvadı, ahırı ortadan ikiye
bölünce, üç ev çıktı ortaya, üç de kiracı buldu. Hep düzenIi bir
geliri olsun isterdi, kasap dükkanındaki bol kazanca, düzenIi
bir geIir de eklendi.
Yalnız iki üç ay geçmeden
tuhaf bir olayla karşılaştılar. Kasap Ramazan 'ın kiraya verdiği
ahırdan bozma evinin kapısı bir gece zorlandı. Ramazan 'ın
kiracısı Hayri ile karısı uyumak üzereydiler. Karı koca korku
içinde kalktılar yataktan. Kapı sürekli zorlanıyordu.
-Kim 0? dedi Hayri.
Biri durmadan itiyordu
kapıyı. Kadın kocasının gerisinde, dili tutulmuş gibiydi. Evin
kalabalık olduğunu göstermek için o da bağırdı:
-Kim 0?
Gene ses yok. Hırsız olsa,
ev sahibinin sesini duyunca kaçmaz mı? Her kimse, havlayıp duran
köpeklere de aldırmıyor. Hayri yastığın altına koyduğu nacağı
aldı, yüreği ağzında kapıya doğru yürüdü. Karısı ''açma''
dediyse de, açtı kapıyı. Önce nacağı sıkan eli gevşedi, sonra
bütün bedeni. Karısı bayılmak üzereyken toparlandı:
-Allah belanı vere emi ?
dedi. Veli 'nin atı bu!
Kapkara, koyu bir karanlık
vardı dışarda. Atın gövdesinin yarısını zor seçebildiler.
Hayvancağız hiç kımıldamadan, kocaman gözleriyle onlara
bakıyordu. içeri girmek için bir iki adım atınca:
-Höst höst! dediler.
At birden huysuzlandı,
tepinmeye başladı. ''Çıkın benim ahırımdan!'' der gibiydi. Hayri
atı yatıştırdıktan sonra, boynuna bir ip bağlayıp Kasap Ramazan
'ın evine götürdü. Bu eğlenceden onun yoksun kalmasına gönlü
razı olmadı. Kasap Ramazan ' dan sonra bitişikteki komşular da
uyandılar. Gecenin o saatinde bile epey bir meraklı kalabalığı
toplandı. Konuşmaların, gülüşmelerin ardından Veli 'nin yeni
evini bilen biri atı ipinden çekip götürdü.
Veli eski mahallesini
unutmuş gibiydi. Buraya bir daha adım atmayacağını herkes
değilse de, yakın dostları biliyordu. Duramaz, kahveye gelir,
bakkala uğrar, gene ''avanak otu'' ister diyenler,
yanılmışlardı. Atın kaçıp kaçıp gelmeleri olmasa, kimse yüzünü
bile görmeyecekti.
Güz soğukları yaklaştıkça,
eski sıcak ahırını özleyen atı için geldi bir iki kez.
Komşular daha görür görmez
takıldılar:
-Hiç gelip gitmiyorsun
Veli?
-Niye unuttun bizi?
-Atın yeni evinizi
beğenmedi herhalde?
Onun yerine başkaları
yanıt veriyordu:
-Ahırı yokmuş ki, neyi
beğensin?
Kimsenin yüzüne bakmıyor
Veli, ha gülecek, ha çözülecek diyenlerin umudu boşa çıkıyor.
Komşular ne yapsalar eski Veli 'yi göremiyorlar karşılarında.
Her aklın kavrayamayacağı laflar vardı Veli 'de, şimdi
suskunluğu, sessizliği seven bir adam olmuş, mahalleden
giderkenki o yenik halini atamamış üzerinden, o kovgun
halini...
En inatçı küskünlerin
bile dilini çözerdi annem:
-Atın senden vefalı çıktı
Veli ! diye bağırdı arkasından.
İkinci gelişinde annemin bu
sözü üzerine uğradı dükkana. Gene ''avanak otu'' dedi sigaraya.
Sigara paketini açarken çözüldü dili:
-Yerinden yurdundan bir
oynamaya gör hemşerim! dedi babama. Yüzünü anneme döndü:
-Yerinden yurdundan bir
oynamaya gör Nuriye bacı! dedi. İstersen şurdan şuraya git...
Gökyüzündeki yıldızların adını bile yeniden öğrenmek zorunda
kalırsın. Konu komşunun, eşin dostun adı birden değişiverir.
Ananın babanın adını bile yeniden öğretirler sana.
O bir konuşunca, ötekiler
bin söylemeye hazırdı ya, dinlemedi. Kepenklerin demirine
bağladığı atının yularını çözdü, insan yerine atıyla konuşmayı
yeğledi:
-De hey, eşşeklenme!
Onun atıyla konuşmalarını
unutmuştuk, ''De hey, eşşeklenme!'' derdi atına. Ata ''eşek''
demenin, insana ''eşek'' demekten daha kötü olduğunu Veli 'den
öğrenmiştik. Kamçı sesini de duyunca uysallaşıverdi hayvan. O
sözü bir daha duymak istemedi. Sahibinin yürüyüşüne uydu
çaresiz. Veli önde, at arkada mahalleden çıktılar. Yaz geIince
ortasında titrek çiçeklerinin mor mor oynaşıp durduğu, kocaman
kanatlı leyleklerin konup kalktığı tarlaları da geçtiler. Epey
uzaklarda, iki tepenin arasındaki yeni gecekondulara doğru
gözden kayboldular. |