İncelemekte olduğu belgelerden başını
tekrar kaldıran Ferit Bey, gözlerini, karşısında oturan
müşterisinden kaçırmaya çalışarak;
''İskender Bey! Bu kez son... Ay
bitimine kadar birikmiş ücretlerimi ödemediğiniz takdirde muhasebe
işlerinize bakamayacağım.'' dedi.
Mahcubiyet, yılgınlık,
ümitsizlik duyguları veren bir ses tonu ve arada derin nefes
alışverişlerle;
''İki ay daha beni idare edin...
bir şeyler yapmaya çalışacağım. En azından yarısını size takdim
edebileceğimi sanıyorum... Ekonomik durumumu biliyorsun... önceden
ve süresinde mal beyanında bulunmadığımdan bu sabah mahkeme karar
verdi; on gün hapis cezasına çarptırıldım. Birkaç hafta içinde
Bağ-Kur'a olan borcumu yatırmadığım takdirde cezaevi yolu görünecek
bana...'' dedi İskender Bey.
Bu sözler üzerine Ferit Bey,
yıllardan beri tanıdığı, sürekli müşterisinin bu zor durumunda
üzerinde fazla gitmenin de yakışık almayacağı düşüncesiyle:
''Çay içer misiniz?''
teklifinden sonra ortamı yumuşatmak; bir anlamda kendisini de
rahatlatmak için:
''İskender Bey, sonuçta ben de
sizlerden aldığım ücretlerle geçinmeye çalışıyorum, bana da hak
vermelisin. Ceza almana da üzüldüm. Ama bu biraz da senin
ihmalin...İcradan gelen ödeme emirlerine süresinde mal beyanında
bulunman gerektiğini sana salık vermiştim.
''Evet... bu öğüdünü hatırlıyorum
ama ben ödeyebileceğini düşünmüştüm, son ekonomik kriz iyi gitmeyen
işlerimizi tamamen bozdu.''
Gelen çaylar içilirken her
ikisi de oluşan sessizliği bozmamaya sanki dikkat ettiler. İskender
Bey, son yudumdan sonra Ferit Beyden izin isteyip, tokalaşarak
muhasebe bürosundan ayrıldı.
Mevsim kış olmasına rağmen,
gökyüzü bulutsuz, güneş olanca haşmetiyle Adana 'yı; Adana 'lıları
ısıtmaya çalışıyordu.
İskender Bey, gözlerini ışık
nedeniyle kırpıştırarak minibüsün üzerindeki yazıyı okudu. Bu
dükkanının yanından geçen minibüstü. Açık kapısından sol ayağını
attı, boş olan bir koltuğa oturacakken vazgeçti, tekrar geri indi.
Gitmek istemiyordu, durağın yakınındaki Botanik Parkına yöneldi. Boş
bir bankın kenarına ilişip, sol bacağını, sağ bacağının üzerine
atıp, sırtını bankın arkalığına yasladı, derin bir nefes çekti. Bir
sigara yaktı, dumanlarını içine çekti, yavaş yavaş bıraktı. ''Allah
'tan memleketimiz o kadar da soğuk değil, bir de odun, kömür
problemi çıkacaktı başımıza'' diye düşündü. Biraz ilerisinde
bulunan değişik renkte çiçeklere gözleri daldı. Çiçekler, hep
çocukluk dönemini geçirdiği geniş bahçeli evlerini hatırlatırdı.
Hayatımın en mutlu dönemi olan o günleri hatırlamak, hayal etmek
kendisini devamlı rahatlatıyordu. Okul dönüşü büyük bir istekle eve
varır, annesinin yapmış olduğu güzelim yemeklerden yedikten sonra
bahçeye çıkar, babasının özenle yetiştirdiği çiçeklerin, ağaçların
etrafını düzeltir, kendisine sıkı sıkı tembih edilen şekilde,
belirtilen yerleri sulardı. Daha sonra, değişik renkleri damga damga
tüylerinde taşıyan kedisini okşayarak seyrederdi ağaçları ve
çiçekleri... Mahalle arkadaşlarıyla oyun oynama arzusunu o günlük
doyurduğunda, evlerinin bulunduğu sokağın ucunda bulunan babasına
ait büyük bakkal dükkanına hem babasını görmek, hem de gazoz içmek,
bir şeyler atıştırmak için giderdi. Babasının seri ve pratik
şekilde açtığı gazozun çıkardığı ses halen kulaklarındaydı sanki...
Babası hazır olmadığında yanındaki iki çalışandan biri gazozu açar
verirdi kendisine, ama o sesi algılayamazdı. ''Siz açmayı
bilmiyorsunuz'' derdi onlara, onların kendisine güleceğini bile
bile... Babası, ''Oğlum, büyüdüğünde ne olmak istiyorsun'' diye her
sorduğunda, ona ''Senin gibi bakkal olacağım'' diye cevap verir;
bunun üzerine babası da ''Hayır, seni okutacağım, doktor
olacaksın'' derdi. Lise ikinci sınıfın son aylarıydı; gece yarısı
yatağımdan bağırtı, uğultu sesleriyle uyanmıştı, yatağımdan
kalktığımda evde babasının, annesinin olmadığını, kapının da açık
olduğunu gördüğünde kötü bir şeyler olduğunu sezinlemişti. Üzerine
bir şeyler alarak sokağa çıktığında neredeyse tüm komşuların dışarda
panik içinde oraya buraya koşturduklarını gördü. Sokağın sonundan
dev alevlerin yükseldiğini, annesinin iki üç kadın tarafından
nerdeyse sürüklenerek eve doğru getirildiğini gördüğünde, ne
olduğunu birilerine sorma gereği duymamıştı. Soracak enerjisi de
kalmamıştı. Vücudu gevşemiş, ağzından bir kelime dahi çıkardığında
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayacağını, tutmakta zorlandığı
gözyaşlarının boşalacağını hissetmişti. Daha sonra ve hiçbir zaman
bu konuda anne ve babasına da soru yönlendirmemişti, cevabı duymak
istemiyordu. Yangının çıkış nedeni kesin olarak belirlenemedi.
İtfaiyece tutulan tutanakta elektrik kontağından çıkmış olabileceği
ihtimali belirtildiği, anne babasının arasındaki konuşmalardan
kulağına çalınanlardı.
Bu yangın, aynı zamanda bir
bitişin başlangıcı oldu. Daha önce ''geçmiş olsun, üzülme...''
diyenlerden babasına mal vermiş toptancılar ile diğer alacaklılar
iki ay geçmeden, bu kez elemanlarını göndererek alacaklarının ne
zaman ödeneceğini sormaya başlamışlardı. Bu son ziyaretlerden sonra
yaklaşık 20 gün süren sessizlik sonunda evlerine yavaş yavaş icra
memurları ile alacaklı avukatları ve Maliye memurları gelmeye
başlamıştı. Başı yükseklerde, gururuna düşkün babası da artık
binası yerinde olmayan dükkan arsasıyla, bahçeli evlerini satılığa
çıkarmış, olayın aciliyeti nedeniyle gayet ucuza satılmış, borçlar
ödendikten sonra geri kalan parayla iki sokak ötede çok küçük bir
dükkan kiralanmıştı. Baba, söz verdiği gibi yeni ev sahibine evi;
alım satımdan dört ay sonra küçük derme çatma bir ev kiraladıktan
sonra teslim etmişti. İskender, Lise 3. sınıfa geçtiğinde çok
istemesine rağmen kıt kanaat geçinen babasından üniversiteye
hazırlama dershanelerinden birine gitmek istediğini söylememesi
gerektiğini biliyordu. Buna rağmen mahalle ve okulda bulunan
arkadaşlarından, ödünç almış olduğu kitap ve dergilerle sınava
hazırlanmış, Tıp Fakültesini kazanmıştı. Kazanmasında en büyük pay,
yine babasının küçükken söylediği ''Hayır oğlum, sen doktor
olacaksın'' cümlesiydi. Babasının çöken morali ve olumsuz bedensel
sağlığına karşı tepkisiydi bu... Babasının isteğini gerçekleştirmek
için ilk zor adımı atmıştı. Babası, neye mal olursa olsun
okutacağını söylemesine rağmen; İskender, bunun halen ödemekle
bitmeyen faizli borçlarını ve ekonomik darboğazları nedeniyle mümkün
olamayacağını biliyordu. Lise bitimi sonrası babasına yardım etmeye
başladı. Çok sonraları, babasın şeker, kalp rahatsızlığına
yakalanması ve yeterli tedavi masraflarını karşılayamama nedeniyle
ölüme yakınlaştığı günlerde Tıp Fakültesini kazanmasının büyük bir
hata olduğunu açıkça anlamıştı. Ölümünde kendisinin de büyük payı
olduğu düşüncesini atmaya çalışmışsa da başaramamıştı. Ölüm
döşeğindeyken babasının kendisine söylediği, ''Oğlum, seni her
gördüğümde binlerce kez eriyorum, gözüm arkada gideceğim. Tek
çocuğunu okutamayan babanın yaşamaya da hakkı yok...''içerikli
sözleri, aradan on beş yıl geçmiş olmasına rağmen halen dün gibi
kulaklarında çınlıyordu.
. Babasının vefatından sonra,
annesiyle kendisinin, kalan ufak bakkal dükkanını işletmekten başka
seçenekleri kalmamıştı. Birkaç yıl içinde babasından kalan borçları
faiziyle birlikte ödemişler, komşu kızı olan ve annesinin de bir
şekilde beğenisini toplamış olan Nevin isimli bayanla evlenmiş,
daha büyük bir eve taşınmış, elde ettikleri gelirle ülke
standartları anlamında lüks olmasa da, belli bir seviyeyi
tutturmuşlardı.
Fakat son dört yıl; bu kapsama
girmeyen bir dönemi içeriyordu. Hiper marketlerden birinin başkaca
mahallelerde olduğu gibi- mahallenin yakına kurulması ve nerdeyse
örümcek ağı gibi Adana 'yı sardıkları dönem başlamıştı. Reklam ve
tüketicinin psikolojisini iyi bilen uzmanların yönettiği, sermaye
yönünden güçlü böyle bir kuruluşla baş etmek mucize işiydi. Fiyatı
düşük bir üründe çok az bir indirim yapmakla çoğunlukla çektikleri
müşterilerine başkaca ürünleri bir bakkalın sattığı değerden da-ha
yüksek bir bedelle satabileceklerini çok iyi biliyorlardı. Parası
olan, kredi kartı kullanabilenlerin çoğunluğu oraya giderken, kendi
yanma gelen müşteriler ise genelde veresiyeci idi. Fiyatların
devamlı yükselmesi, bunu müşteriye yansıtmada yetişememekten
kaynaklanan zarar, veresiyecilerin borçlarını geç ödemeleri, bunun
karşısında toptancıların ise geç ödeme hallerinde aylık faiz
uygulaması başlatmaları, vergi yükünün taşınamayacak kadar
ağırlaştırılması, Bağ-Kur primlerinin zorunlu ve yüksek olması, bol
çeşit ve mal bulundurmak için bir tanıdığın-dan aldığı borcu
süresinde ödeyememesi nedeniyle, tanıdığının kendisine karşı tefeci
gibi davranıp fahiş faiz talepleri, bu gedikleri kapatmak amacıyla
çekmiş olduğu kredi kartlarından nakit çekimi sonucu, önceki
borçları fazlaca eksiltmemesine rağmen bu kez oluşan ülkesel
ekonomik kriz nedeniyle bankaların tek taraflı olarak yükseltmiş
oldukları faiz nedeniyle borcunun kat be kat da artması kendisinde
hiçbir yaşam sevinci bırakmamıştı.Günlük yaşıyor gibi hissediyordu
kendisini... Bir bankaya ödemelerini yapamaması nedeniyle icraya
dahi verilmiş, çok kısa gecikme nedeniyle ve oluşan masraflar
borcunu altıya katlamıştı ! Bunun haksızlık olduğunu düşünerek,
kendisinin de müşterisi olan avukata giderek dava açacağını, itiraz
edeceğini belirtmiş, fakat avukat bankanın sözcüsü gibi
konuşmuştu:
''Bankalara karşı hiçbir
meslektaşım itiraz ve davalarından olumlu bir sonuç alamamıştır. Bir
de bunun için masraf yapma...'' demesine rağmen, ısrar edince
avukat beyle beraber ortak bir dilekçe hazırlayarak itirazda
bulunmuştu; sonuç alamayacağı söylenmişse de, belki biraz egosunu
tatmin etmek, belki de içini dökmek için... Hatta dilekçe
kendisinin de o kadar hoşuna gitmişti ki bir örneğini dükkanının
duvarındaki eski büyük takvim kartonun üzerine yapıştırmıştı.
Söylendiği gibi, itirazlarının hiçbiri kabul görmediği gibi, bir de
itiraz etmesi nedeniyle birçok masrafla beraber yüzde kırk tazminat
da ek olarak ödeme-ye mahkum edilmişti.
İskender, bunları düşündükçe
beyninin içinin ağrıdığını hissediyordu. Bankın köşesine oturan
birinin dürüm halindeki kebabı iştahla yemesi ve kebabın çıkardığı
kendine özgü koku onun düşüncelerden sıyrılmasına neden oldu. Koku
ve iştahlı yiyiş şekli, kamının acıkmış olduğu- nu, kazındığını
kendisine hatırlattı. Bağ-Kur'un şikayetçi olduğu duruşmaya yetişmek
için erken çıkması nedeniyle kahvaltı bile yapmamıştı, aslında canı
da istememişti. Şimdi, canı kebap istemişti, uzakta dumanı tüten
seyyar tablacıya gitmek için doğruldu, ama sonra vazgeçti,
doğrulduğu yerine tekrardan oturdu. Frenlemeliydi tüm isteklerini,
kısmalıydı her masrafı ekonomik durumu düzelinceye değin.
''Damlalar göl oluşturur'' felsefesiyle büyü- tülmüştü, uymalıydı
ve uymak zorundaydı. ''Hiç olmazsa bir simit yiyeyim'' diye geçirdi
içinden, biraz uzakta olan ve çevreyi radar gibi gözleyen simitçi
çocuğa bir işaret yapmasıyla, nerdeyse çocuğun yanına gelmesi bir
oldu! Simitçi çocuğun bir simit satmayla yetinmeye pek niyeti yok
gibiydi:
'' Abi! Lütfen bir tane daha
al... sabahtan beri pek satamadım ,, dedi.
İskender, buna inanmamıştı:
'Hadi ordan, bu sıralar en
fazla senin satışların iyi olmalı.
''Valla abi, şimdi millette
simit alacak para bile kalmamış. Bu parkta bazen somun ekmeği yavan
yiyenleri bile görüyorum.
''İskender, aslında bu tür
takılma ve konuşmaları sevmesine rağmen bugün pek istekli değildi;
simitçi çocuğun konuşmayı uzatmasını önlemek için parasını verip;
''Hadi, hayırlı işler
oğlum'' dedi.
Simit; ülser başlangıcı
rahatsızlığına sahip, midesinde- ki salgıları biraz alması
nedeniyle, kendisini daha iyi hissetmesine yaramıştı.
Öğle vakti geçmekteydi.
Akşama kadar da burada böyle kalmanın anlamsız olduğunu düşündü.
Dükkanına gitmek istemiyordu... Oraya gitmek olumsuzluklarla
yüzleşmek gibiydi sanki kendisi için. Fakat uzakta kalmak da
gerginliğini pek azaltmıyordu. Bu kez düşünceleriyle baş başa
kalıyor ve düşünceler de gÜL bahçesi değildi kendisi için. Yine de
parkta birkaç saat kalmak biraz da olsa kendisini rahatlatmıştı.
''Gitmeliyim'' diye karar verdi; eşi Nevin 'in yine
''Nerelerdeydin? Niye geciktin?'' eleştirilerini dinlemektense
gitmek daha iyiydi.
Minibüsten indiği yer,
işyerine yakındı. Yavaş adımlarla ilerlerken, duyduğu sese,
arkasından bağıran kişiye döndü. Bu, ev komşuları Salih 'ti.
''İskender Bey! Hemen
dükkana git!'' dedi telaşlı bir sesle.
''Bir şey mi oldu?'' diye
sordu İskender; her olacağa hazır, sürpriz kabul etmeyecek bir
edayla.
''Yetişsen iyi olur, banka
hacze gelmiş...''
İskender, gerisini
duymadı, adımlarını sıklaştırarak dükkana vardı. Bulunanlarla
konuşmasına eşi Nevin fırsat tanımadı:
''Nerelerdeydin? Saatlerdir
beyleri bekletiyorum, geleceksin diye... Olacağı buydu. Hani
hallediyordun, haczi engellemiştin ?''
Kalabalık bir grup önünde,
eşiyle tartışmanın gereksiz olduğuna karar vererek yanıt vermedi,
eşinin tepkisine ve kalabalıkta muhatap olabileceği bir temsilci
aradı gözleriyle. Bunu içlerinden biri farketmiş olmalı ki, elini
tokalaşmak amacıyla İskender'e uzatarak;
''Ben icra memuruyum, siz
de İskender Bey olmalısınız?'' dedi.
Soru, içinde cevabı da
taşıyordu. İskender, başını evet anlamında salladı.
''Sizleri bu kadar erken
beklemiyorduk?'' dedi.
Banka avukatı olduğunu
belirten bir başkası;
''Zaman çabuk geçiyor''
dediğinde, İskender dikkatlice onun yüzünü inceledi; tanımıştı. Bu,
davaya giren banka avukatıydı. Hatta kendisini uyarmıştı, ödemediği
itirazını geri çekmediği takdirde faizlerin yükseleceğini, ayrıca
tazminat da ödeyeceğini belirtmişti. Belki dostane, belki de
dosyadaki görevini çabuk sonlandırmak için.
Kısa süren sessizliği
bozmak için ve ana konuya gelmek için;
''Yenge rica edince, sizi
bayağı bekledik ve elimizde daha çözülmesi gereken birçok dosya
daha var. Bu arada eşyalarınız haczedildi ve yediemin deposuna
kaldırmak için elemanlar da geldi. Ödeme imkanınız var mı?'' dedi
icra memuru, sanki ilk kez hacze çıkan bir memurun olanca duygusal
ve içinde acıma barındıran bir ses tonuyla.
''Şimdilik yok'' dedi
İskender.
"Peki, hacze bir
diyeceğiniz var mı? Tutanağa geçireceğim...
İskender'in ağzından
irade dışı;''Evet var!'' sözcükleri döküldü. İcra Memuru, ceketinin
cebinden çıkardığı kalemi, tutanağa yaklaştırarak, yazmaya hazır bir
vaziyette;
''Buyrun'' dedi.
İskender, ne demeliyim
diye içine yöneldi. Aklına hiçbir şey gelmiyordu. Ama bir şeyler
söyleme zorunluluğu duyumsuyordu. Eşine baktığında, onun da
diğerleri gibi kendisinin ne söyleyeceğini meraklı gözlerle
beklediğini fark etti. Gözbebeklerini düşünüyormuş gibi sağa
sola;yukarı aşağı götürdü, getirdi. Birden duvarda bulunan banka
alacağına yönelik itiraz dilekçesi gözüne iliştiğinde, yakınlaştı ve
icra memuruna dönerek;
"Ben okuyacağım siz de
yazın'' dedi.
İcra memurundan önce
banka avukatı atıldı!
''Beyefendi, siz
gelmeden biz bunu okuduk ve aynısı zaten dosyam1zda var ve bu
itirazlarınız red olmuştu.'' dedi.
İcra memuru; nerdeyse son
on yıllık yaşamının büyük bölümünü haciz işlerinde geçirmenin
verdiği deneyim ve uygulamalı elde etmiş olduğu insan
psikolojisine, özellikle borçlu psikolojisine yabancı değildi.
Avukata işaret ederek, onun sözlerine devam etmemesinin daha uygun
olacağı mesajını verdi. Nevin Hanım da bu işaretin anlamı
sezmişçesine başımı salladı.
''Dosyada aynısı olduğuna
göre biz dosyaya bakarak aynısını yazarız, ama siz yine de okuyun,
ben aynısı olup olmadığını burdan takip edeyim'' dedi uzlaşmacı bir
tavırla.
İskender, iyice yaklaşıp
başını kaldırarak okumakla nerdeyse ezberlemiş olduğu dilekçe
örneğini yüksek sesle okumaya başladı;
'... sanki ekonominin
kötü gidişatından ve krizden kredi kartı kullanıcıları değil de
sadece bankalar zarar görmekte gibi bir anlayış ortaya konmaktadır.
Hiç istemediğimiz halde düşülen ekonomik olumsuz kaos ortamında ben
vatandaş olarak sebep olmadığım gibi şimdiye kadar olan ekonomik
gelişim ve uygulamaların çoğuna kalben de olsa onay vermediğim için
bunun sorumluluğunu da paylaşmak gibi bir zorunluluğum da söz konusu
olmamalıdır. Sorumlular kimlerse onlar bu zararı
paylaşsın...Bankanın, faiz oranını tek taraflı ve kredi kartı
kullanıcısı olan benim aleyhime istediği oranda yükseltebilmesi
karşısında zaten ödeme güçlüğü içinde olan durumumu bayağı zora
sokmuştur... Oluşan bozulma nedeniyle tüm piyasalarda olduğu gibi,
benim de esnaflık mesleğiyle ilgili işlerim de bozulmuş,
alacaklarımı tahsil etmekte zorluk çekmeye ve borçlarımı ödemede
temerrüde düşmeye başlamıştım. Bu arada elimden geldiği kadar
alacaklı bankaya ödemelerde bulunmuşsam da sanki ödediğim paralar
(faizden olsa gerek) bir türlü bitmemiştir...''
Kısmen okuduğu dilekçe
örneğini de son cümleyi de bitirdikten sonra icra memuruna
dönerek;
''Bu kadar... Evet, benim
diyeceklerim bu kadar... Şimdi ne yapmanız gerekiyorsa onu yapın''
dedi. Bu tavır, tıpkı bir mahkumun idam sehpasında ''ne yaparsam
yapayım idam edileceğim madem; bari başım dik öleyim'' tavrı
gibiydi. Banka avukatı başını önüne eğerek;
''Biz de görevimizi
yapmak zorundayız'' dedikten sonra icra memuruna ''artık yapacak
bir şey yok'' gibisinden de baktı.
Nevin, söze girdi:
''Bana yediemin teslim
etseniz... Bu arada belki bir şeyler yapma imkanımız olur, bizim de
müşterilerden alacağımız var'' dedi.
Bu söz üzerine icra
memuru, banka avukatıyla kapı önüne çıkarak aralarında ikisi
dışındakilerin duyamayacağı frekansta konuştular, kısa süren
diyalogdan sonra içeri tekrar geldiler. Avukat;
''0 halde size taşıma
masrafı da eklenmesin diye sadece elektronik teraziyi götüreceğiz,
diğerlerini Nevin Hanıma teslim ediyoruz, bir ay içinde çözmediğiniz
taktirde tekrar gelmek zorunda kalacağız...'' dedi.
Gitmelerinden sonra
Nevin, İskender 'i paylamaya başladı; ta ki onun uyuşmuş beynini
iyice uyuşturuncaya, kalp atış ritmini yükseklere çıkartıncaya,
yüzünü iyice allaştırıncaya kadar.
İskender'i en çok
olumsuz etkileyen Nevin 'in bu davranışlarıydı. Ekseri filmlerde
gördüğü zorluk anında beyinin yanında olan, teselli veren, moral
kaynağı olan rolü, nedense eşi hiç oynamamıştı kendisine. Bazen
onla evlendiği güne lanet ederdi içinden. Önceleri böyle değildi.
Bilinen sıkıntılar onu bu hale getirmişti, ara sıra ona da hak
vermeden edemiyordu, ama bu kadarı da fazlaydı, faydasızdı hatta
zararlıydı... İçindeki tükenmişlikten arta kalan az enerjisini,
çalışma azmini, umutlarını törpülüyordu iyice... daha çok
umutsuzlaştırıyordu bu durum İskender'i.
Nevin, içini boşaltıp
rahatladığı, İskender'i ise iyice hırpaladığı kanısına vardığında ve
biraz da gelen müşterilerle ilgilenmek için konuşmasına son verdi.
''Baba ben geldim.''
Bu, ilköğretim üçüncü
sınıfta okuyan oğlu Berk'ti.
''Hoş geldin oğlum, dur
seni bir öpeyim.''
İskender, oğluna sunmak
için kola şişesini aldı, tam açacağı esnada Nevin atıldı:
''İskender, bu çocuğu
yeter şımarttığın! Her geldiğinde böyle ikrarlarda bulunursan işimiz
iş.
'' İskender, yine uymadı
Nevin 'in istemine ve kapağını açtığı şişeyi Berk'e uzattı. Berk,
şişeyi alıp almamakta kararsızlaştı. Annesine ve babasına baktı.
Olanları ve duyduklarını algılayabilecek, anlayabilecek yaştaydı.
'Baba! Annem haklı,
durumumuz düzelinceye kadar ben artık bir şey istemeyeceğim sizden''
dedi. Annesinin,artık kapağın açık olması nedeniyle, alması
gerektiği yönündeki işareti üzerine de kolayı aldı, yutkunarak
içmeye çalıştı.
İskender, hiçbir şey
olmamış görüntüsü vermek amacıyla, yüzünde oluşmuş keder
bulutlarını dağıtmaya çalışarak, olanca zorlamalı sevimliliğiyle;
''Hadi oğlum söyle
bakalım, büyüyünce ne olmak is-tersin?'' dedi.
''Doktor olacağım baba.''
'' Aferin oğlum'' dedi
İskender.
Neredeyse her gün aynı
soruyu, bir gün değişik bir cevap almaktan sürekli korkarak sorardı.
İstediği cevabı aldığında da mutlu olurdu. Bu kez yanıttan da biraz
endişe duydu. ''Ya okutamazsam!..'' Kovdu bu düşünceyi beyninden;
düşünmek istemedi, ama içinden bir yerlerde bu şüphenin kendisini
kemirdiğini biliyordu.
İskender, eşine, aynı
sokakta marangoz atölyesi bulunan Fehmi Amcaya gideceğini söyleyerek
ayrıldı.
Fehmi Amca, yarım
yüzyılı devirmiş, bildi bileli bu işle uğraşan babacan bir insandı.
İskender, sıkıldıkça yanına gider, onunla konuşmak kendisine huzur
verirdi. Sık sık yanında kendisini seven ziyaretçileri olurdu. İş
çıktığı zaman kovduğu bu ziyaretçilerini boş vakitlerinde ağırlamayı
da iyi bilirdi.
İskender, selam verdikten
sonra, Fehmi Amcanın imalatı boş taburelerden birini, diğer
ziyaretçi grubun daire şeklinde oluşturduğu alanda boş yere koyarak
oturdu.
''Hızar sesi epeydir
duyulmuyor, makinalar sana küsmüş gibi galiba.''
''İskender! Tadım yok...
Üzerime gelme, sen kendi haline bak.''
İskender, Fehmi Amcasını
kızdırmaya son verme niyetinde değildi:
''Şükür, gelen giden
müşterilerim var benim'' dedi.
''Doğru var, yakında sakız,
balon satmaktan ülke zengini olacaksın.''
Fehmi amca, bu tür iğneli
diyaloglarda bir gün bile altta kalmamıştı. Her şeye karşı hazır
yanıtları vardı:
''Her neyse, boş ver bu
ağızları, yine haciz gelmiş sana galiba, duyduk, üzüldük, geçmiş
olsun.'' dedi ve sigarasından bir nefes aldıktan sonra devamla;
'' Ama yalnız değilsin,
kızıma aldığım çeyiz eşyalarının borcunu ödeyememem nedeniyle bana
da haciz geldi''diye ekledi.
''Yapmış olduğun çocuk
odası takımı parasını Kerem Beyden alıp kapatacaktın, yanlış mı
hatırlıyorum?'' dedi. İskender.
''0 adama yine ağzımı
açtırma, arkadaşlara ayıp olacak. Kerem gece yarısı eşyalarını
toplayıp gitmiş, kaçmış anlayacağın.''
İskender bu habere
şaşırmış, öfkelenmişti:
''Ne!.. Bana da epey borç
takmıştı. Güya bu hafta Almanya'dan kardeşi para gönderecek, bana
ödeme yapacaktı, onla bir toptancının borcunu kapatacaktım.''
''Soğuk ayranımız yok ki,
ikram edeyim, neyse dükkana gittiğinde benim için de içersin'' dedi
gülerek devam etti:
''Sadece bana sana değil,
kasaba, manava da takmış,hadi hepimize büyük geçmişler olsun.''
Fehmi Amcanın bu sözlerine hep birlikte koro halinde gülüştüler.
''Allah muhabbetinizi
arttırsın'' diyen sese yöneldiler! Eli çantalı, yüzü iyice traşlı,
takım elbiseli, beyaz gömlek üzeri siyah kravatlı bu ses sahibi,
yabancıları değildi onların. Fehmi Amca, ayağa kalkarak yer gösterip
buyur etti. Yorgun olduğu, tabureye çöküşünden ve derin soluk alıp
verişinden anlaşılmıştı.
''Nasıl gidiyor memur
bey!'' dedi. Fehmi Amca.
''Her gün, dünden kötü.
Sabahtan beri dolaşıyorum, daha bir makbuz dahi kesemedim. Her
gittiğim esnafı benden önce mutlaka başkaca özel alacaklılar ziyaret
etmiş!''
''Bir zamanlar, maliye
memurunu dükkana girdirmeye utanırdık, borcumuzu önceden öderdik.
Hiç paramız olmasaydı dahi, diğer esnaf arkadaşlardan borç alırdık,
hiçbir şey yapamasak düşük faiz oranlı, uzun döneme yayılmış esnaf
kredisi alırdık devlet bankalarından, ama durumlar malum, böyle
giderse bırakın borç ödemeyi, eve ekmek dahi götüremeyeceğiz.''
''Valla Fehmi Amca, siz
de haklısınız ama, benim yapabileceğim fazla bir şey yok, şef çok
sıkıştırıyor, bana çok baskı yapıyor, bir hafta içinde az da olsa
bir ödeme yapmazsanız, sanırım Maliyenin arabası atölyenizin önüne
park edecek.'' dedi ve İskender'e döndü:
''İskender Bey, sana da
uğrayacaktım, görmem iyi oldu. Bu sizin için de geçerli.
''Oturanlardan biri;
''Ne olacak bu esnafın
hali böyle?'' şeklinde artık çok tekrarlanan soruyu yöneltti
ortama.
Bir diğeri de;
''Daha fazla
birbirimize kenetlenmekten, yardımlaşmaktan, ahilik ruhunu tekrar
canlandırmaktan başka çaremiz yok'' dedi, ümit vaad eden bir
sesle.
Yaklaşık bir ayı aşkın
süre geçmişti; göz açıp kapayıncaya kadar İskender'in yaşamından...
Olumlu bir gelişme kaydetmemişti bu süre... Olumsuzluklar,
belirsizliklerle dolu bu son ay içinde, bilinen ve bilinmeyen
sıkıntılarına bir şey daha eklenmişti; eşi Nevin yaşam koşullarına,
stresine dayanamamış, özel eşyaları ile müşterek çocukları Berk 'i
de alarak annesine taşınmış, ancak durumu düzeltinceye kadar geri
dönmeyeceğini belirterek tekrar fiili birlikteliğe açık kapı
bırakmıştı. İskender için ulaşılması,aşılması, ne zor bir kapıydı
bu. Olanaksızı, olanaklı kıl-ma; yoku var etme yetisi
gerektiriyordu, yani bir mucize isteniyordu kendisinden.
Eve gitme gereği de
yatma dışında duymuyordu. Kahvaltısını, hatta tüm öğünlerini,
dükkanında bir şeyler atıştırarak çözümlüyordu.
Kendisini nerdeyse
radyo tamircisi yapacak kadar uğraştırmış radyosundan ''İşte
gidiyorum çeşmi siyahım...'' türküsüne eşlik ederek, keskin bıçakla
ikiye böldüğü ekmeğin bir yarısını karnını düzgünce araladıktan
sonra,içine az beyaz peyniri iyice küçülterek yaydı. Arasına ince
salam kesip de koyacakken sonra vazgeçti; fiyatını hatırlayarak...
Ne de çok severdi macar salamını... ekmekten bir lokma aldı.
Dürtüleri, salamdan da istiyordu. ''İki üç ince salamdan bir şey
olmaz'' diye kendisine telkinde bulunup ikna ettikten sonra, ince
salam da kesti kendisi için özenle... Peynir, salam katıklı yarım
ekmeği iştahla .dişledi. Bir lokma, iki lokma... Üçüncü lokma
olmadı! .İçeri giren ve müşteri olmadıkları her hallerinden
anlaşılan kişileri görünce, üçüncü lokmayı alamadı, kalakaldı.
Bir süredir
geciktirdiği tefecinin kendisini icraya verdiğini, alacaklının ismi
gelenlerce söylenince anladı. Parmakları, yitirdi gücünü, peynir
parçaları, birkaç salam dilimi döküldü, son kalan ekmeğin parçası
kaydı, yere düştü. Sanki tüm geçmişi bir film şeridi gibi bölüm
bölüm gözlerinin önünden geçti. Dışarıyla bağlantısı kopmuştu
sanki... Suskun sağırlık içindeydi... Gözler, karanlık ve boşluk
görüyordu ama sürekli arzuladığı bir şeyi elde edi-yordu şimdi;
gözlerinden ince, damlalar halinde akan sıcacık gözyaşlarıydı bu.
Dolaplar gidiyordu;
içindekiler çıkartılarak... Temizlik ürünleri, açılmamış salamlar,
komşunun emanet verdiği hassas terazi ve her şey... Acaba kendisi
de gidecek miydi götürülenlerle beraber, kendisine ait olanlarla...
Haya- tının parçalarıyla... Birden gülmek geldi içinden, gittikçe
yükselen bir arzu dozunda... Kaldırdı ,bu arzusu üzerinde-ki
baskıyı, koyverdi; dışa olanca doğallığıyla içindeki kahkahaları ve
söyleniyordu:
''Keşke salamı daha
kalın bolca koyverseydim ekmeğin arasına.”
. Sessizlik... Arada,
bunu bozan ''Sigaran var mı?'' istekleri.
Ağaçlar ve çiçekler
birkaç adımda ulaşılacak kadar yakın, gökyüzü mavi, bulutsuz,
rüzgar uzaklarda tatilde, güneş dünkü kadar ışıklı, ısı verici.
Karma kokulara
eklentiler; toprak kokusu, çimen kokusu...
Bir kadın, ortama uyum
arzetmeyen...
Bir adam ağaçlarla,
çiçeklerle, gökyüzüyle, güneşle,toprakla, çimenle bütünleşmiş, onlar
gibi soluk olan, onlar gibi hisseden, onlardan biri...
Kadın, konuşmasıyla
çekemediği ilgiyi farklı tarzda elde etme amacıyla, elini adamın
yüzünde dolaştırarak devam etti:
''Psikiyatristin, böyle
giderse yakında taburcu olabileceğini söyledi bana... Hükümet, bazı
alacaklara af getiri-yor... Merak etme, annem evini satılığa
çıkardı, borçların temizlenecek, dükkanı yeniden canlandıracağız,
tıpkı es-ki günlerde olduğu gibi...'' Konuştukça açıldı Nevin;
İskender'in çiçeklerden, ağaçlardan gözünü ayırmadığını göre
göre...
Nevin 'in getirdiği pet
su şişesinin kapağını ağzıyla ''lop'' sesi çıkartarak açtı ve
çiçeklerin yanına giderek altlarına yavaş yavaş, hiçbirini ihmal
etmeden eşit şekilde yayarak sulamaya başladı beli eğik vaziyette...
Duruşunu koruyarak başını Nevin 'e doğru çevirip bir gülümseme
dalgasını yüzünde oluşturdu İskender ve;''
Baba bak! Senin öğrettiğin gibi suluyorum değil mi?''diye sordu. |