Çorumlu Dede (Sevgi Özcan Güven)
 

Beldemiz büyük kentin yakınındaki köyümüzün bahçeliklerinde kurulmuş bir yerleşim yeriydi. Herkes sahip olduğu toprağının başına bir ev yapıp yerleşmişti. Bu koca ovanın bir tek bakkalı vardı: Çorumlu Dede. Ovamızın her şeyiydi dedemiz. Bakkal diye bildiğimiz o kerpiç odanın bir yanında diş çekilir, bir yanında tıraş yapılırdı. Bilmem iğne falan yapar mıydı Çorumlu Dede. Bir sandalyeye oturtur, alır eline kerpeteni, geçerdi başına! Bir ustura, tıraş makinesiyle, sakalını, saçını kesiverirdi. Dükkanın içi, duvarlarına varıncaya dek tıklım tıklımdı. Neler, neler yoktu ki ! Bir yanda, köylünün bahçe motorları için benzin, mazot, bir yanda da atlar, inekler için saman, kepek, küspe. Bakla, nohut, fasulye, pirinç, un, tuz çuval çuval dizilmişlerdi duvarın dibinde. Bir raftaki cam kavanozlarda tarçın, zencefil, karabiber, karanfil gibi baharatlar sıralanmıştı. Yine bir yanda kocaman çivilere asılmış boy boy gaz lambaları... Tezgahın başında dikilen Çorumlu Dede, o bir kefesine dirhemler, bir kefesine de satılan mal konan terazinin ağırlığı belirleyen ördek başına benzeyen uçlarını denk düşürmek için çabalar dururdu. 'Haram mal kimseye hayretmez' derdi. 'Her şey helalinden olmalı. Haram bir zırnık bile girmeyecek kursağına. 

          Ben küçük bir çocuktum. Çektiğimiz o yoksulluk günlerini hiç unutmadım. Bilincimin derinliklerinde kök salıp  yer etmiştir o günler. Köylünün uğursuz diye bildiği bir yıldı. Çok soğuklar olmuş, ürün tarlada donmuş, çürümüştü. Bahçelerimiz bir gömütlük yeri gibiydi. Bizler de ölüsünün başında yas tutan kişilerdik sanki. O yıl bankaya, aldığı krediyi kimsecikler ödeyememişti. Yıl böyle birkaç kez daha uğursuz giderse banka toprağımıza el koyar, satarmış diye bir söylenti dolanır olmuştu ortalıkta. O yıl başımız eğikti. Hepimizin ellerinde borç defterleri, gelir Çorumlu Dedenin bakkalına dizilirdik. İyice kabarmıştı borçlarımız. Çorumlu Dede bakar bakar; ''Bu defterin yazılacak yanı kalmamış ki be evlat'' der, geri verirdi elime. ''Söyle, baban gelsin, bir konuşalım onunla; de ki Dede seni müflis defterine kaydedecekmiş gayri, selamı, sabahı kesecekmiş, öyle söyle, olur mu? 

          Fırıncımız da, bakkalımız da, bahçe motorumuzu çalıştırdığımız gazcımız da hep Çorumlu Dedeydi. Bizde para olmazsa onda da olmazdı. Bizi saran yoksulluk onu da sarıyordu. Bir gün beni eve ekmeksiz çevirmiş; ''Bize de bu mereti bedavaya vermiyorlar ya, getir parayı al ekmeği.'' demişti! Başım önümde nasıl çıkmıştım dışarıya, evimizin yolunu şaşırmıştım... Çorumlu Dede ardımdan seslenmiş; ''Gel evlat, gel, al ekmeğini.'' demişti... Biliyorduk, onun yoksulluğu bizim yoksulluğumuz demekti. Toptancı ona malı keserse, o da bize mal vermeyi keserdi. Bu böyleydi. Gözü kör olası umarsızlık, ne kötüydü. 

          Çorumlu Dede, büyük kentin bu şirin ovasına Çorum ' dan gençliğinde gelmiş, dişini tırnağına takıp çalışarak bir parça toprak sahibi olmuştu. Sonra, zengince birinin kızıyla evlenmişti. Üç oğlu, üç de kızı olmuştu. Ellerindeki toprak bölündükçe bölünüyordu. Miras girdi mi  işin içine o maldan hayır gelmiyordu! Çorumlu Dede de yaşlanınca, malları oğullarına, kızlarına bıraktı. Kendisi de bir köşede bu bakkal dükkanını açtı. Başında takkesi, sırtında cebine kordonlu saatini koyduğu yelek, ayağında şalvara benzer o kalın kıl pantolonun altına giydiği mes  lastikleri, uzun, bembeyaz sakalları ile dikilir dururdu tez- gahının başında. Orta Anadolu lehçesi Ege köylerinin lehçesine karışmış, melez bir dil çıkmıştı ortaya. ''Ha, diyive  bakam anam, diyive bakam bubam'' der dururdu.  

          Zaman yaşatarak ve öldürerek geçip giderken, evrim olgusu kaçınılmaz olarak gerçekleşiyordu. Çağlar kendi gerçeğini var ediyor, eskinin yerini bir başkası, yenisi alıyordu. 

          Ne olmuştu bizim Çorumlu Dedeye? Bir bozgun vardı  ortada! Bozulan hangi düzendi, kimin düzeniydi? Ovalılardan biraz biti kanlananlar kentteki süpermarketlerden, hipermarketlerden söz eder olmuşlardı. Hele gençler, bu yerlere gidip yiyip içiyor, ellerinde dolu poşetlerle dönüyorlardı evlerine. 

          Ve bir söylenti dolaşıyordu ortalıkta. Çapkın Mustafa, üzüm bağını zengin birilerine satmış, bu kişi de bu yirmi dönümlük toprakta kocaman bir alışveriş merkezi kuracakmış ! 

         Çapkın Mustafa 'nın  yeri, kenti tatil beldelerine bağlayan ana yolun kıyısında, ortadaki kulesiyle bir yanı iri kara, bir yanı razakı üzümleriyle donanmış bir bağdı. 

          Nasıl anımsamam o günleri! Annem, tutar elimden, akrabamız olan Çapkın  Mustafa 'nın evine, o bağ kulesine gezmeye giderdik. Çapkın Mustafa 'nın karısı Pakize Abla deli divane olurdu bizi görünce. Dedelerinden mallı mülklü biriymiş Pakize Abla. Çapkın Mustafa da yakışıklı, alımlı çalımlı bir delikanlıymış ama yoksulmuş, Kısacık boylu, tombul mu tombul, ağır hareket eden, ağır ağır konuşan, sanki sözcükleri heceleyen biriydi Pakize Abla. Ama hani derler ya, altın  gibi bir kalbi vardı. Ne bir kem söz, ne bir kem bakış; Pakize Abla salt iyilik için yaratılmış biriydi. Elime bir sepet verir; ''Hadi bunu üzümle doldur, gel.'' derdi. Bağın ortasındaki patikanın bir yanı iri karalar, bir yanı da razakı üzümleriyle doluydu. Ah, üzerIeri uğralı o mis gibi iri karaları nasıl koparırdım dallarından... O kütür kütür razakıları, nasıl!.. Silme doldururdum sepeti. Gelirdim o bağ kulesine. Pakize Ablam, sepeti o çıkrıklı kuyunun içine sallar, orada bir saat bekletirdi. Üzümler çıktımı kuyudan buz gibi olurdu. Sonra, başlar şöyle geriye atılır, salkımlar ağıza doğru tutulurdu.

         Bir gün, kuyunun başında, Mustafa Amca, Pakize Ablanın yanına gelmiş; ''Kız, kara Pakiz, bu gece hastalık falan dinlemem, hazır ol, tamam mı?'' demişti. Birden namelenivermişti Pakize Abla: '' Aman, deli sen de'' demişti. ''Bıktırıp usandırdın beni. Yalama ettin; nah işte şu kuyunun ağzındaki ip izleri gibi.'' Surat asar gibi yapmıştı, gözlerinin içiyle gülüyordu ama... Çapkın Mustafa; '' Aptal, karılar koca diye ölüyor, o iş diye can atıyor, sen hala nazlan bakalım, bol buldun ya, nankörlük et'' diyerek onun beline sarılmış, yerlere yuvarlamıştı Pakize Ablayı... 

          Ah evet, dün gibi anımsarım o buldozerlerin gelip de bir canavar gibi nasıl söküp yok ettiğini o üzüm bağlarını ! Birkaç gün içinde o koskocaman bağın yerinde yeller esmişti. Ne o küçük, beyaz kule kalmıştı, ne de o iri karalar, razakiler... Ya o çıkrıklı kuyu... 

          Ovalı, bir alış veriş merkezinden söz ediyordu. Eh, çok da uzaklarında değil, birkaç kilometre vardı aralarında. Bakalım nasıl bir şey olacaktı, göreceklerdi. Merak için deydiler. Temel çalışmaları başlamıştı bile. Prefabrik yapı hop diye hemencecik kuruluverecekmiş diye konuşuluyordu. Öyle de oldu.  

           İşte, o görkemli açılış. O mahşer kalabalığı. Arabalarıyla gelenler kocaman bahçede kendilerine zor yer bulabilmişlerdi. 

          Bizim ovalılar, bazıları atına binip gelmiş, bir ikisi de cipine, traktörüne. Yenilip içiliyor, sonra kocaman poşetler doldurulup evlerin yolu tutuluyordu. 

          Çorumlu Dede, ah sen Çorumlu Dede, neden gelmemiştin o açılış şölenine... Başında takken, ayaklarında mes lastikleri, öylece sinip kalmış mıydın tezgahının başında?

          Ne olmuştu böyle sana Çorumlu Dede?

         Ovalı cipe, traktöre doluşup marketin yolunu tutuyordu. Senin kapını çalanlar, o sana borçlarını bir türlü ödeyemeyen, senin elin, dilin varıp da bir türlü yok diyemediğin kişilerdi şimdi yalnızca. 

          Ah, ne oldu, neler oldu böyle sana Çorumlu Dede? Senin o çuval çuval sıralanan fasulyen, nohutun, mercimeğin hani nerelerde şimdi? O dolu çuvallar azaldı azaldı, bir daha yenisi konamadı yerlerine. Sen; sen azaldın, tükendin Çorumlu Dede, eridin, bittin. 

          Ya o benim kütür kütür iri karalarıma, razakılerime ne oldu Çorumlu Dede? O üzüm bağlarım nerelere gitti ? Bir koca dev geldi, öğüttü, yuttu hepsini de öyle mi?    

 
 
 
Türkiye  Bakkallar  ve  Bayiler  Federasyonu
Talatpaşa Bulvarı No: 136 / 10   Cebeci  ANKARA
Tel: 0312 - 3196150     Faks: 0312 - 3196158
info@tbbf.org.tr