Beldemiz
büyük kentin yakınındaki köyümüzün bahçeliklerinde kurulmuş bir
yerleşim yeriydi. Herkes sahip olduğu toprağının başına bir ev yapıp
yerleşmişti. Bu koca ovanın bir tek bakkalı vardı: Çorumlu Dede.
Ovamızın her şeyiydi dedemiz. Bakkal diye bildiğimiz o kerpiç odanın
bir yanında diş çekilir, bir yanında tıraş yapılırdı. Bilmem iğne
falan yapar mıydı Çorumlu Dede. Bir sandalyeye oturtur, alır eline
kerpeteni, geçerdi başına! Bir ustura, tıraş makinesiyle, sakalını,
saçını kesiverirdi. Dükkanın içi, duvarlarına varıncaya dek tıklım
tıklımdı. Neler, neler yoktu ki ! Bir yanda, köylünün bahçe
motorları için benzin, mazot, bir yanda da atlar, inekler için
saman, kepek, küspe. Bakla, nohut, fasulye, pirinç, un, tuz çuval
çuval dizilmişlerdi duvarın dibinde. Bir raftaki cam kavanozlarda
tarçın, zencefil, karabiber, karanfil gibi baharatlar sıralanmıştı.
Yine bir yanda kocaman çivilere asılmış boy boy gaz lambaları...
Tezgahın başında dikilen Çorumlu Dede, o bir kefesine dirhemler, bir
kefesine de satılan mal konan terazinin ağırlığı belirleyen ördek
başına benzeyen uçlarını denk düşürmek için çabalar dururdu. 'Haram
mal kimseye hayretmez' derdi. 'Her şey helalinden olmalı. Haram bir
zırnık bile girmeyecek kursağına.
Ben küçük bir çocuktum. Çektiğimiz o yoksulluk günlerini hiç
unutmadım. Bilincimin derinliklerinde kök salıp yer etmiştir o
günler. Köylünün uğursuz diye bildiği bir yıldı. Çok soğuklar olmuş,
ürün tarlada donmuş, çürümüştü. Bahçelerimiz bir gömütlük yeri
gibiydi. Bizler de ölüsünün başında yas tutan kişilerdik sanki. O
yıl bankaya, aldığı krediyi kimsecikler ödeyememişti. Yıl böyle
birkaç kez daha uğursuz giderse banka toprağımıza el koyar, satarmış
diye bir söylenti dolanır olmuştu ortalıkta. O yıl başımız eğikti.
Hepimizin ellerinde borç defterleri, gelir Çorumlu Dedenin bakkalına
dizilirdik. İyice kabarmıştı borçlarımız. Çorumlu Dede bakar bakar;
''Bu defterin yazılacak yanı kalmamış ki be evlat'' der, geri
verirdi elime. ''Söyle, baban gelsin, bir konuşalım onunla; de ki
Dede seni müflis defterine kaydedecekmiş gayri, selamı, sabahı
kesecekmiş, öyle söyle, olur mu?
Fırıncımız da, bakkalımız da, bahçe motorumuzu çalıştırdığımız
gazcımız da hep Çorumlu Dedeydi. Bizde para olmazsa onda da olmazdı.
Bizi saran yoksulluk onu da sarıyordu. Bir gün beni eve ekmeksiz
çevirmiş; ''Bize de bu mereti bedavaya vermiyorlar ya, getir parayı
al ekmeği.'' demişti! Başım önümde nasıl çıkmıştım dışarıya,
evimizin yolunu şaşırmıştım... Çorumlu Dede ardımdan seslenmiş;
''Gel evlat, gel, al ekmeğini.'' demişti... Biliyorduk, onun
yoksulluğu bizim yoksulluğumuz demekti. Toptancı ona malı keserse, o
da bize mal vermeyi keserdi. Bu böyleydi. Gözü kör olası umarsızlık,
ne kötüydü.
Çorumlu Dede, büyük kentin bu şirin ovasına Çorum ' dan gençliğinde
gelmiş, dişini tırnağına takıp çalışarak bir parça toprak sahibi
olmuştu. Sonra, zengince birinin kızıyla evlenmişti. Üç oğlu, üç de
kızı olmuştu. Ellerindeki toprak bölündükçe bölünüyordu. Miras girdi
mi işin içine o maldan hayır gelmiyordu! Çorumlu Dede de
yaşlanınca, malları oğullarına, kızlarına bıraktı. Kendisi de bir
köşede bu bakkal dükkanını açtı. Başında takkesi, sırtında cebine
kordonlu saatini koyduğu yelek, ayağında şalvara benzer o kalın kıl
pantolonun altına giydiği mes lastikleri, uzun, bembeyaz sakalları
ile dikilir dururdu tez- gahının başında. Orta Anadolu lehçesi Ege
köylerinin lehçesine karışmış, melez bir dil çıkmıştı ortaya. ''Ha,
diyive bakam anam, diyive bakam bubam'' der dururdu.
Zaman yaşatarak ve öldürerek geçip giderken, evrim olgusu kaçınılmaz
olarak gerçekleşiyordu. Çağlar kendi gerçeğini var ediyor, eskinin
yerini bir başkası, yenisi alıyordu.
Ne olmuştu bizim Çorumlu Dedeye? Bir bozgun vardı ortada! Bozulan
hangi düzendi, kimin düzeniydi? Ovalılardan biraz biti kanlananlar
kentteki süpermarketlerden, hipermarketlerden söz eder olmuşlardı.
Hele gençler, bu yerlere gidip yiyip içiyor, ellerinde dolu
poşetlerle dönüyorlardı evlerine.
Ve bir söylenti dolaşıyordu ortalıkta. Çapkın Mustafa, üzüm bağını
zengin birilerine satmış, bu kişi de bu yirmi dönümlük toprakta
kocaman bir alışveriş merkezi kuracakmış !
Çapkın Mustafa 'nın yeri, kenti tatil beldelerine bağlayan ana
yolun kıyısında, ortadaki kulesiyle bir yanı iri kara, bir yanı
razakı üzümleriyle donanmış bir bağdı.
Nasıl anımsamam o günleri! Annem, tutar elimden, akrabamız olan
Çapkın Mustafa 'nın evine, o bağ kulesine gezmeye giderdik. Çapkın
Mustafa 'nın karısı Pakize Abla deli divane olurdu bizi görünce.
Dedelerinden mallı mülklü biriymiş Pakize Abla. Çapkın Mustafa da
yakışıklı, alımlı çalımlı bir delikanlıymış ama yoksulmuş, Kısacık
boylu, tombul mu tombul, ağır hareket eden, ağır ağır konuşan, sanki
sözcükleri heceleyen biriydi Pakize Abla. Ama hani derler ya, altın
gibi bir kalbi vardı. Ne bir kem söz, ne bir kem bakış; Pakize Abla
salt iyilik için yaratılmış biriydi. Elime bir sepet verir; ''Hadi
bunu üzümle doldur, gel.'' derdi. Bağın ortasındaki patikanın bir
yanı iri karalar, bir yanı da razakı üzümleriyle doluydu. Ah,
üzerIeri uğralı o mis gibi iri karaları nasıl koparırdım
dallarından... O kütür kütür razakıları, nasıl!.. Silme doldururdum
sepeti. Gelirdim o bağ kulesine. Pakize Ablam, sepeti o çıkrıklı
kuyunun içine sallar, orada bir saat bekletirdi. Üzümler çıktımı
kuyudan buz gibi olurdu. Sonra, başlar şöyle geriye atılır,
salkımlar ağıza doğru tutulurdu.
Bir gün, kuyunun başında, Mustafa Amca, Pakize Ablanın yanına
gelmiş; ''Kız, kara Pakiz, bu gece hastalık falan dinlemem, hazır
ol, tamam mı?'' demişti. Birden namelenivermişti Pakize Abla: ''
Aman, deli sen de'' demişti. ''Bıktırıp usandırdın beni. Yalama
ettin; nah işte şu kuyunun ağzındaki ip izleri gibi.'' Surat asar
gibi yapmıştı, gözlerinin içiyle gülüyordu ama... Çapkın Mustafa; ''
Aptal, karılar koca diye ölüyor, o iş diye can atıyor, sen hala
nazlan bakalım, bol buldun ya, nankörlük et'' diyerek onun beline
sarılmış, yerlere yuvarlamıştı Pakize Ablayı...
Ah evet, dün gibi anımsarım o buldozerlerin gelip de bir canavar
gibi nasıl söküp yok ettiğini o üzüm bağlarını ! Birkaç gün içinde o
koskocaman bağın yerinde yeller esmişti. Ne o küçük, beyaz kule
kalmıştı, ne de o iri karalar, razakiler... Ya o çıkrıklı kuyu...
Ovalı, bir alış veriş merkezinden söz ediyordu. Eh, çok da
uzaklarında değil, birkaç kilometre vardı aralarında. Bakalım nasıl
bir şey olacaktı, göreceklerdi. Merak için deydiler. Temel
çalışmaları başlamıştı bile. Prefabrik yapı hop diye hemencecik
kuruluverecekmiş diye konuşuluyordu. Öyle de oldu.
İşte, o görkemli açılış. O mahşer kalabalığı.
Arabalarıyla gelenler kocaman bahçede kendilerine zor yer
bulabilmişlerdi.
Bizim ovalılar, bazıları atına binip gelmiş, bir ikisi de cipine,
traktörüne. Yenilip içiliyor, sonra kocaman poşetler doldurulup
evlerin yolu tutuluyordu.
Çorumlu Dede, ah sen Çorumlu Dede, neden gelmemiştin o açılış
şölenine... Başında takken, ayaklarında mes lastikleri, öylece sinip
kalmış mıydın tezgahının başında?
Ne olmuştu böyle sana Çorumlu Dede?
Ovalı cipe, traktöre doluşup marketin yolunu tutuyordu. Senin
kapını çalanlar, o sana borçlarını bir türlü ödeyemeyen, senin elin,
dilin varıp da bir türlü yok diyemediğin kişilerdi şimdi yalnızca.
Ah, ne oldu, neler oldu böyle sana Çorumlu Dede? Senin o çuval çuval
sıralanan fasulyen, nohutun, mercimeğin hani nerelerde şimdi? O dolu
çuvallar azaldı azaldı, bir daha yenisi konamadı yerlerine. Sen; sen
azaldın, tükendin Çorumlu Dede, eridin, bittin.
Ya o benim kütür kütür iri karalarıma, razakılerime ne oldu Çorumlu
Dede? O üzüm bağlarım nerelere gitti ? Bir koca dev geldi, öğüttü,
yuttu hepsini de öyle mi? |