Orda olduğunu biliyorum. Camları kırık,
çerçevesi çarpılmış pencereyi kapatmak için rastgele çakılmış tahta
parçalarının arkasındasın. Bana bakıyorsun. Karanlığın arkasından
bakan gözlerinde kül rengi, ıslak bir hüzün var. Gözlerinden gelen
hüzün gözlerimi yakıyor. Kapatamadığım göz kapaklarımdan içime
sızıyorsun.
İki yanımızdan akıp giden su
sesinin katıldığı sessizliği dinliyoruz. Sen, ben, bir de kırık
kapının önündeki o küçük köpek yavrusu.
Köpek yavrusu, sessizliği
dinlemekten usanmış gibi, yumoş patisini karabaş yüzünde, gözlerinin
üzerinde dolandırıp havaya kaldırıyor, küçük bir dostluk gösterisine
ait bir selam veriyor bize ve tüm evrene. Sonra... Sonra yanıtsız
kalınca selamı, o sessiz selamın bile aramızdan akan anıları
örselediğini anlıyor. Biraz sonra unutacağı bir çocuksu utançla
patisini indiriyor aşağı. Güneşi emen toprağa yatıp bize katılıyor;
su sesinin katıldığı sessizliği dinlemeye.
Çermenin berrak suyu, benim
hemen arkamda su sesli şarkılarla iki kola ayrılıyor. Taş
duvarlarıyla karşımda bin yıllık ve oracıkta unutulmuş bir anıt gibi
tüm tarihe küskün duran yapının iki yanında, papatyaların,
gelinciklerin, mavi minelerin, kan kırmızısı oyaların salındığı
ikişer metre genişlikte, diz boyu çimli çimenli bir toprak parçasını
bize bırakarak akıyor. Su sesli şarkılarla iki yanımızdan kucaklıyor
bizi su. Güneşten gözlerini kırparak, bize güneşten bir parçaymış
gibi bakarak akıyor. İki yanda da renk renk çakıl taşları parlıyor
suyun içinde. Kara taştan örenmiş duvarların çalışkan karıncalarla
kırmızı benekli yaz böceklerine bir avuç gölge düşürdüğü yapının öte
yanına varınca, telaşlanıyor birden; ivedi, tezcanlı bir koşu
tutturuyor suyun iki kolu... İki sevgilinin yıllardır birbirine
yanmaktan kavrulmuş kollarıdır suyun kolları... Kavuşuyorlar taş
yapının az ilerisinde. Küçücük bir an parçası içinde, doymuş iki
terli bedenden yükselen dinginlik tütüyor hemen orada. Tülümsü, mavi
bir hava yükseliyor mavimsi suyun üstünden, maviyi üstümüze yağdıran
güneşe.
Çermenin suyu, kavuşmadan
sonra daha yüksek sesleyeni bir şarkı tutturuyor; koşarak uzanıyor
kuzeye doğru.Hemen karşıdaki dirsekte, köye giden kireçli yolun taş
çeperle bölünmüş alt uğrağında tokatlıyor üzeri otlanmış kara
toprağı... Yoldan, yıllar önce geçmiş bir atlının nal izlerinden
güneşli tozlar havalanıyor. Atlı çok ötelerde olmalı şimdi... Köy
girişindeki sert topraklı yolda. ''Clik clak, clik clak'' nal
sesleri... Belki de atın kamında, az önce önümüzden geçerken
çermeden içtiği berrak, güneşli ve buz gibi dağ suyu sesleniyor. ''Clik
clak, clik clak!''
Su kıyısında, yılları yol yol
aşk yaraları gibi içmiş söğütlerin yaşlı gövdelerine tırmanıyor
suyun içinden doğrulan güneş. Geçmişi unut diyen yeni tarih, her
söğütte ayrı bir aşk öyküsü, ayrı bir güneşle birlikte orada yeniden
başlıyor sanki. Unutmak bana göre değil!
Az daha aşağıda iki anaç
ördek, arkalarında ona yakın yavru, suyla ve söğüt yapraklarıyla
birlikte kuzeydeki vadiye, köyün içine doğru akıyor. Ördekleri,
ördeklerin iki de bir suya dalıp çıkan ıslak burunlarını, gölgesi
suya düşmüş renk renk kanatlarını, yaralı söğüt gövdelerinin suda
seslenen öyküsünü, güneşin sudaki ve çakıl taşlarındaki bin ayrı
renkte ışımasını, çiçeklerin suya yansımasını, göğsümüzün ortasına
anıların ve tüm anılamayan geçmişin bir yumruk gibi gelip
oturmasını... Ne varsa içimizdeki, alıp götürüyor su, evlerinin çoğu
boşalmış, duvarları yıkılmış, örtmeleri uçmuş köye doğru.
Sen kalıyorsun bana. Senin
aranışını duyuyorum seni arayan içimde.
Sen ordasın. Geçmişini
arıyorsun. Tahtaların arkasından kül rengi gözlerinle bana, iki
yanımızdan akan suya ve altında oturduğum söğüde akıyorsun
aranırken. Üstümde, arkadaki yeşil çam ormanının başına konmuş yeşil
güneşle aramda hiç susmayan yeşil söğüt şarkıları.
Yaşam kimi güneş, kimi su, kimi söğüt, kimi senin aranışın
olup salınıyor. Söğüt aralıklarından güney yamaca yaslanmış yılların
taş kestiği iki ev bir görünüp bir yitiyorlar. Evlerden birisinin bu
yana bakan kapısı taşla örenmiş, otla bezenmiş. Arkasında sensizliği
saklıyor, senin evin o. Diğer evin bacasından tüm geçmişi ve
içimizdeki ateşi göğe taşıyan gri bir tezek dumanı tütüyor. O ev
benim.
Biliyorum, çoktan tanıdın
beni. Yıllar geçse de, on yılIar; aramızdaki sıcak bakışlar eskimez.
Ya da güneşten, söğütten, sudan, ateşten, dumandan, kuştan, taştan,
aranıştan, ayrılıştan bir parça olmuş seslerimiz... Senin yokluğunda
adım öyle üşüyor ki; bir bilsen... Öyle soğuk ki bana seslenen
sesler. ''Şeşo'' derken hala yüzü kırışıyor insanların. Kim bilir,
cüzzamı nasıl ve ne zaman ''cüdam'' yapmış köylümüz de, ''Cüdamlı
Şeşo'' derler arkamdan. Belki haklılar... O kötü hastalık ki, taa
anadan kalıt; çocukluğumda alıp götürdüğünden iki elimden üçer
parmağımın uç boğumlarını, sol gözümün altındaki etler biraz aşağı,
sağ kaşım yukarı çekildiğinden, burnumun ucu döküldüğünden,
dudağımın sağ köşesi de biraz çeneme doğru indiğinden, ne elim adam
eline benzer, ne de yüzümde küçücük bir hoşluk, bir gülme parçası
taşıyabilirim onlar için. Seslerinden bir soğukluk ayaklanıp gelir
bana doğru, ellerinden bir utangaçlık, yüzlerinden bir tedirginlik,
uzak kalma isteği... Sen umursamazsın, bilirim.
Sen hiç umursamadın yüzümün
şeklini, ellerimin parmaksız kütlüklerini. Daha merhaba demeden
merhabası aramızdaki boşluğu dolduruveren sıcacık yüzünle karşıladın
hep beni. Ürkek bakışlarına aldırmadan insanların, dükkanın öte
gözesinde gri dumanlara boğulmuş gece yarılarına kadar o eskimiş
kağıtlarla oynadığımız fanti oyunlarında beni eş seçtin kendine.
Bilirdin yalnızlığımı...
İnsanların benden uzak duruşunun, güzel düşlerden, sevişmelerden
ayrı oluşumun benliğime verdiği gücü... İçimde kaynayan dünyayı
gözlerimden okurdun. Boş griliğinde her şeyi bana söyleyen
gözlerinde dururdum. Okurdum. Kasabadan gelen öğretmenlerin,
memurların gazetelerinden, kasabaya her gidişinde oranın öğretmen
demeğinden yalvar yakar isteyip ödünç getirdiğin kitaplardan,
dergilerden sen açtın bana yazıların ufkunda uzanan dünyayı.
Gazetelerin en uzak
noktalarına saklanmış en küçük harflerini bile ben okuduktan
sonradır ki, sen paket yapmak için kullandın. Gelip gidenin satın
aldıklarının üstünü ben örterdim; akları ve karalarının bir kısmı
açık kalmış, alt göz kapaklarında hep bir damla hüzün ve kızarıklık
taşıyan, kapanmayan gözlerimle... Yürürken ellerinde taşıdıkları, at
üstündeyken atın her adımında sallanan heybelerindeki paketlerde ben
olurdum. Benden uzak durmaya çalışanlar, benden ürkenler bile
benimle giderlerdi evlerine. Senin ellerinle sardığın paketlerle
girerdim tüm gizliliklere... En saklı sevişmeler, ağlaşmalar,
koklaşmalar, yakınmalar, saklanmalarla dolmuş keçe serili sekilere,
karanlık ve nemli avlulara, koşatlarına sararmış fotoğraflar asılmış
loş odalara, kocaman gözlü hayvanların ıslak burunlarla çiğnendiği
taş döşeli ve sinek uçuşlu ahırlara, kapağı renk renk kuş
resimleriyle boyanmış tahta dolaplara, ortası eşya koymak için oyuk
bırakılmış, gözden ırak, toprak tıkırtılı taş duvarlara.
Orda olduğunu biliyorum. Ben
söğüt ağacının altında oturuyorum. Havayı kokluyorum kokuyu unutmuş
burnumla... Suyun şırıltısıyla birlikte gelen kokunu, naneyle,
kekikle, dağ çiçekleriyle, ormandan gelen çam kokusuyla birlikte
soluyorum.Gözlerimi senin bıraktığın dükkandan ve senden çekip
almaya, söğüdün altında oturduğum yerde elimde tuttuğum kitaptaki
sana indirmeye uğraşıyorum. Senin yokluğunu kitaplarla dolduruyorum
artık. Okuduklarıma istediğimi yazabileceğimi söylüyor şimdiki
metinler. Ben seni yazıyor, seni okuyorum. Sana sesleniyorum
yazdıklarımdan... Ne fanti oynayan kaldı köyde, ne beni görünce
yüzünde bir arkadaş gülücüğü tüten. Ne düğünlerde papağa at
koşturan, ne de ay ışığını ve yıldızları utandıran yürek ateşleriyle
yaylalarda bar tutan.
Arkamdaki seyrelmiş ormandan o
bildik, eskimiş esintilerden bir esinti kalkıp geliyor. Senin bir
penceresinden bana baktığın taş yapının kırılmış kapısının
üstündeki, bir kenarı aşağı sarkmış o ağaç levha, kalan paslı
çivisinde bir kez daha sallanıyor. Levhanın ''DOĞRULUK PAZARI''
diyen, harflerinin çoğu silinmiş yazısını buradan da okuyabiliyorum.
Altında, tan atımına düşmüş gücük ayazı gibi soluk duran adını da;
İlbeyi Kömürcü!
Tahtaların arasında gümüşten
bir örümcek iplikçiği sallanıyor. İplikçiğin bir ucu sende İlbeyi.
Ona tutunup geçmişe uzanıyorsun. Sessiz ve soluk bir gölge gibi
çekiliyorsun geriye o durduğun yerden. İki yanından akan suyu yaz
kış uğurlarken nemlenmiş zemin toprağının yumuşaklığında yürüyüp
diğer bölüme geçiyorsun; bir elinde gümüşten bir tarih iplikçiği.
Ortada o paslanmış, yana devrilmiş eski sac soba, hemen yanında
tahtaların çoğu, kırılmış o geniş seki, sobanın iki başında birinin
bacağı ortadan kırık, diğerinin arkalığı çıkmış iki eski sandalye...
Oyuncular yok! Sen yalnızsın orada. Sobanın içine kozalaklar, ağaç
parçaları, tezek kırıkları doldurup yaksan şimdi... Ateş oturunca da
'' Az sabredin; bir körük çayı yapacağım size'' diye seslenişini
duysam. Sonra sokup elini isli çaydanlıkla birlikte tezek közüne,
paslı sobanın içine,sayısız kez bardaklara boşalıp parasız pulsuz
içilecek, işten çok dostluk tadan kan kırmızısı çayından sunsan.
Kulağın kirişte; geçmişten
kalmış bir ayak sesi arıyorsun. Köyün tüm sahipsiz, anasız babasız
kedi köpek yavrularının sığınağı olmuş kapında, onlarca yıllık bir
minneti saklayarak acımasız zamandan, yaşanası tüm sevgilerin
sıcaklığını soluyan o küçücük köpek yavrusu ''hev!'' diyecek sanki
az sonra, ''hev! hev!''. Cizlaved lastiklerin bereketli kara
toprağı, üstündeki, ot, çiçek örtüsünü yumuşacık okşayışını, Nazlı
Bibi 'nin ayak seslerini duyacaksın.
''İlbeyi kardaş, bir atım çay,
üç kırık şeker'' derken elindeki iki sıcak yumurtayı uzatacak sana.
Ya da, Esko Dayı 'nın sudan geçerken çermenin içindeki kara
taşlardan birinden ayağı kaydığından ıslanmış, yürürken ''cork cork''
eden kara lastikleri gelecek dükkana doğru. Yayladan köye, iki
saatlik yolda, düğümlenmiş ak leçek içinde kutsal bir. emanet gibi
taşınmış çeçil peynirinin kokusu güneşle birlikte düşecek açılan
kapıdan içeri. ''İlbeyi, tart bakalım bizim köroğlunun peynirini...
İki kalıp sabun,dört numara bir kandil şişesi, bir Iüks başlığı, iki
fitil, bir litre gazyağı, bir peynir mayası alacam. Yetmezse...''
''Yetmezse senin canının
sağlığı Esko Dayı... Carurun sağlığı...'' diyeceksin hemen, o daha
sözünü bitirmeden... Yeteceğini bileceksin çünkü. Peynirleri yetmese
de komşularının dostluğu, arkadaşlığı onca yoldan gelmiş sesleri,
gülen yüzleri yetecek sana. Peyniri kirletmeden gerideki büyük bakır
kazanın içine, pazartesiye kasabaya pazar ,yerine gideceklerin
arasına koyup Esko Dayı'nın istediklerini hazırlayacaksın. Bu arada
bir bardak güneşli çayla bir avuç kara hurmayı da sunu olarak önüne
koymayı unutmayacaksın.
Ah be İlbeyi... Boşuna dönüp
duruyorsun içerde. Tahta raflarında ne bir kişmiş kırıntısı, ne bir
incir eskisi, ne de çuval çuval sattığın o küçük kara hurmalardan
bir avuç olsun yok. Ne Nazlı Bibi, ne Esko Dayı... Kocaman bir
boşluk kaplamış loş karanlığın ve kör olası zamanın bizden çekip
aldığı dükkanın içini.
Burda olduğumu biliyorsun ve
bana sunacak bir şeyin yok.. Utanıyorsun.
Biliyorsun ki, kimse inanmasa
da ben inanırım sana. .On yıllar önce hiç karşılığı bırakıp bunca
taş yapıyı, köpekli, kedili kapıyı... Güneşi, ateşi, dumanı, suyu,
söğüdü sensizliğe terk edip; gidip bir güneş görmez sokağında
yittiğin büyük kent kenarlarından birinde, aç da kalsan, işsizde,
susuz da yansan günlerce, sen hırsızlık yapmaz, başkasının malına el
uzatmazsın. Bir dünya inansa, ben inanmam buna! Onca umutlarla
okuttuğun oğlun Umut'la birlikte, Umut'un bir ay çalışıp iki ay
işsiz kaldığı İstanbul 'un tahtakurularıyla bit ezmelerine, ucuz
orospularla parasız turistlere kucak açmış yıkık otellerinden
birinde,günlerden bir gün, her nasılsa yolu oraya düşmüş paralı bir
turistin çantasını zorla alıp kaçtığımızı inanayım diye anlatmazlar
zaten. Öyle laf olsun diye belki. Bana uzak duruşlarını, dostluğunu
yitirmiş bakışlarını gizleyebilmek için arkandan atıp tutuyor
köylülerimiz. Oğlunun yakalanıp bir yıldır kalabalık bir mapus
damında yağsız ve ekşimiş karavanalar, adından bile yitirdiği
umutlarla, iki ay sonraki bir mahkeme gününü daha beklediğini, sen
yakalanmadığın için de duruşmaların hızlı gitmediğini anlatanların
yüzlerinden yalan akıyor zaten.
Bir dünya inansa senin
hırsızlığına, ben inanmam. Önümde duruyor bir çivisi kopmuş,
yazılarında yıllan uzaklığını soldurmuş tahta dükkan levhası;
''DOĞRULUK PAZARI''... Altındaki kara harflerinde de puslanmış adın;
İlbeyi Kömürcü.
Orda olduğunu biliyorum İlbeyi...
Az sonra geleceğim yanına; satırlarında seni okuduğum kitabı bitirir
bitirmez... Tahta levhanın çivilerini yenileyeceğiz önce. Yazısı
öylece kalsın. Dostluğumuzun yılları, renkleri solsa da anlamları
eskimemiş yazılarda okunsun. DOĞRULUK PAZARI' ndan başka doğruluk
kaldı mı dostum?
Ocak -Şubat 2002 |