"Doğruluk Pazarı" (A. Alper Akçam)
 

Orda olduğunu biliyorum. Camları kırık, çerçevesi çarpılmış pencereyi kapatmak için rastgele çakılmış tahta parçalarının arkasındasın. Bana bakıyorsun. Karanlığın arkasından bakan gözlerinde kül rengi, ıslak bir hüzün var. Gözlerinden gelen hüzün gözlerimi yakıyor. Kapatamadığım göz kapaklarımdan içime sızıyorsun. 

          İki yanımızdan akıp giden su sesinin katıldığı sessizliği dinliyoruz. Sen, ben, bir de kırık kapının önündeki o küçük köpek yavrusu. 

         Köpek yavrusu, sessizliği dinlemekten usanmış gibi, yumoş patisini karabaş yüzünde, gözlerinin üzerinde dolandırıp havaya kaldırıyor, küçük bir dostluk gösterisine ait bir selam veriyor bize ve tüm evrene. Sonra... Sonra yanıtsız kalınca selamı, o sessiz selamın bile aramızdan akan anıları örselediğini anlıyor. Biraz sonra unutacağı bir çocuksu utançla patisini indiriyor aşağı. Güneşi emen toprağa yatıp bize katılıyor; su sesinin katıldığı sessizliği dinlemeye. 

          Çermenin berrak suyu, benim hemen arkamda su sesli şarkılarla iki kola ayrılıyor. Taş duvarlarıyla karşımda bin yıllık ve oracıkta unutulmuş bir anıt gibi tüm tarihe küskün duran yapının iki yanında, papatyaların, gelinciklerin, mavi minelerin, kan kırmızısı oyaların salındığı ikişer metre genişlikte, diz boyu çimli çimenli bir toprak parçasını bize bırakarak akıyor. Su sesli şarkılarla iki yanımızdan kucaklıyor bizi su. Güneşten gözlerini kırparak, bize güneşten bir parçaymış gibi bakarak akıyor. İki yanda da renk renk çakıl taşları parlıyor suyun içinde. Kara taştan örenmiş duvarların çalışkan karıncalarla kırmızı benekli yaz böceklerine bir avuç gölge düşürdüğü yapının öte yanına varınca, telaşlanıyor birden; ivedi, tezcanlı bir koşu tutturuyor suyun iki kolu... İki sevgilinin yıllardır birbirine yanmaktan kavrulmuş kollarıdır suyun kolları... Kavuşuyorlar taş yapının az ilerisinde. Küçücük bir an parçası içinde, doymuş iki terli bedenden yükselen dinginlik tütüyor hemen orada. Tülümsü, mavi bir hava yükseliyor mavimsi suyun üstünden, maviyi üstümüze yağdıran güneşe. 

          Çermenin suyu, kavuşmadan sonra daha yüksek sesleyeni bir şarkı tutturuyor; koşarak uzanıyor kuzeye doğru.Hemen karşıdaki dirsekte, köye giden kireçli yolun taş çeperle bölünmüş alt uğrağında tokatlıyor üzeri otlanmış kara toprağı... Yoldan, yıllar önce geçmiş bir atlının nal izlerinden güneşli tozlar havalanıyor. Atlı çok ötelerde olmalı şimdi... Köy girişindeki sert topraklı yolda. ''Clik clak, clik clak'' nal sesleri... Belki de atın kamında, az önce önümüzden geçerken çermeden içtiği berrak, güneşli ve buz gibi dağ suyu sesleniyor. ''Clik clak, clik clak!'' 

          Su kıyısında, yılları yol yol aşk yaraları gibi içmiş söğütlerin yaşlı gövdelerine tırmanıyor suyun içinden doğrulan güneş. Geçmişi unut diyen yeni tarih, her söğütte ayrı bir aşk öyküsü, ayrı bir güneşle birlikte orada yeniden başlıyor sanki. Unutmak bana göre değil! 

          Az daha aşağıda iki anaç ördek, arkalarında ona yakın yavru, suyla ve söğüt yapraklarıyla birlikte kuzeydeki vadiye, köyün içine doğru akıyor. Ördekleri, ördeklerin iki de bir suya dalıp çıkan ıslak burunlarını, gölgesi suya düşmüş renk renk kanatlarını, yaralı söğüt gövdelerinin suda seslenen öyküsünü, güneşin sudaki ve çakıl taşlarındaki bin ayrı renkte ışımasını, çiçeklerin suya yansımasını, göğsümüzün ortasına anıların ve tüm anılamayan geçmişin bir yumruk gibi gelip oturmasını... Ne varsa içimizdeki, alıp götürüyor su, evlerinin çoğu boşalmış, duvarları yıkılmış, örtmeleri uçmuş köye doğru. 

          Sen kalıyorsun bana. Senin aranışını duyuyorum seni arayan içimde.  

         Sen ordasın. Geçmişini arıyorsun. Tahtaların arkasından kül rengi gözlerinle bana, iki yanımızdan akan suya ve altında oturduğum söğüde akıyorsun aranırken. Üstümde, arkadaki yeşil çam ormanının başına konmuş yeşil güneşle aramda hiç susmayan yeşil söğüt şarkıları.

          Yaşam kimi güneş, kimi su, kimi söğüt, kimi senin aranışın olup salınıyor. Söğüt aralıklarından güney yamaca yaslanmış yılların taş kestiği iki ev bir görünüp bir yitiyorlar. Evlerden birisinin bu yana bakan kapısı taşla örenmiş, otla bezenmiş. Arkasında sensizliği saklıyor, senin evin o. Diğer evin bacasından tüm geçmişi ve içimizdeki ateşi göğe taşıyan gri bir tezek dumanı tütüyor. O ev benim. 

          Biliyorum, çoktan tanıdın beni. Yıllar geçse de, on yılIar; aramızdaki sıcak bakışlar eskimez. Ya da güneşten, söğütten, sudan, ateşten, dumandan, kuştan, taştan, aranıştan, ayrılıştan bir parça olmuş seslerimiz... Senin yokluğunda adım öyle üşüyor ki; bir bilsen... Öyle soğuk ki bana seslenen sesler. ''Şeşo'' derken hala yüzü kırışıyor insanların. Kim bilir, cüzzamı nasıl ve ne zaman ''cüdam'' yapmış köylümüz de, ''Cüdamlı Şeşo'' derler arkamdan. Belki haklılar... O kötü hastalık ki, taa anadan kalıt; çocukluğumda alıp götürdüğünden iki elimden üçer parmağımın uç boğumlarını, sol gözümün altındaki etler biraz aşağı, sağ kaşım yukarı çekildiğinden, burnumun ucu döküldüğünden, dudağımın sağ köşesi de biraz çeneme doğru indiğinden, ne elim adam eline benzer, ne de yüzümde küçücük bir hoşluk, bir gülme parçası taşıyabilirim onlar için. Seslerinden bir soğukluk ayaklanıp gelir bana doğru, ellerinden bir utangaçlık, yüzlerinden bir tedirginlik, uzak kalma isteği... Sen umursamazsın, bilirim. 

          Sen hiç umursamadın yüzümün şeklini, ellerimin parmaksız kütlüklerini. Daha merhaba demeden merhabası aramızdaki boşluğu dolduruveren sıcacık yüzünle karşıladın hep beni. Ürkek bakışlarına aldırmadan insanların, dükkanın öte gözesinde gri dumanlara boğulmuş gece yarılarına kadar o eskimiş kağıtlarla oynadığımız fanti oyunlarında beni eş seçtin kendine.  

          Bilirdin yalnızlığımı... İnsanların benden uzak duruşunun, güzel düşlerden, sevişmelerden ayrı oluşumun benliğime verdiği gücü... İçimde kaynayan dünyayı gözlerimden okurdun. Boş griliğinde her şeyi bana söyleyen gözlerinde dururdum. Okurdum. Kasabadan gelen öğretmenlerin, memurların gazetelerinden, kasabaya her gidişinde oranın öğretmen demeğinden yalvar yakar isteyip ödünç getirdiğin kitaplardan, dergilerden sen açtın bana yazıların ufkunda uzanan dünyayı.  

          Gazetelerin en uzak noktalarına saklanmış en küçük harflerini bile ben okuduktan sonradır ki, sen paket yapmak için kullandın. Gelip gidenin satın aldıklarının üstünü ben örterdim; akları ve karalarının bir kısmı açık kalmış, alt göz kapaklarında hep bir damla hüzün ve kızarıklık taşıyan, kapanmayan gözlerimle... Yürürken ellerinde taşıdıkları, at üstündeyken atın her adımında sallanan heybelerindeki paketlerde ben olurdum. Benden uzak durmaya çalışanlar, benden ürkenler bile benimle giderlerdi evlerine. Senin ellerinle sardığın paketlerle girerdim tüm gizliliklere... En saklı sevişmeler, ağlaşmalar, koklaşmalar, yakınmalar, saklanmalarla dolmuş keçe serili sekilere, karanlık ve nemli avlulara, koşatlarına sararmış fotoğraflar asılmış loş odalara, kocaman gözlü hayvanların ıslak burunlarla çiğnendiği taş döşeli ve sinek uçuşlu ahırlara, kapağı renk renk kuş resimleriyle boyanmış tahta dolaplara, ortası eşya koymak için oyuk bırakılmış, gözden ırak, toprak tıkırtılı taş duvarlara. 

          Orda olduğunu biliyorum. Ben söğüt ağacının altında oturuyorum. Havayı kokluyorum kokuyu unutmuş burnumla... Suyun şırıltısıyla birlikte gelen kokunu, naneyle, kekikle, dağ çiçekleriyle, ormandan gelen çam kokusuyla birlikte soluyorum.Gözlerimi senin bıraktığın dükkandan ve senden çekip almaya, söğüdün altında oturduğum yerde elimde tuttuğum kitaptaki sana indirmeye uğraşıyorum. Senin yokluğunu kitaplarla dolduruyorum artık. Okuduklarıma istediğimi yazabileceğimi söylüyor şimdiki metinler. Ben seni yazıyor, seni okuyorum. Sana sesleniyorum yazdıklarımdan... Ne fanti oynayan kaldı köyde, ne beni görünce yüzünde bir arkadaş gülücüğü tüten. Ne düğünlerde papağa at koşturan, ne de ay ışığını ve yıldızları utandıran yürek ateşleriyle yaylalarda bar tutan. 

          Arkamdaki seyrelmiş ormandan o bildik, eskimiş esintilerden bir esinti kalkıp geliyor. Senin bir penceresinden bana baktığın taş yapının kırılmış kapısının üstündeki, bir kenarı aşağı sarkmış o ağaç levha, kalan paslı çivisinde bir kez daha sallanıyor. Levhanın ''DOĞRULUK PAZARI'' diyen, harflerinin çoğu silinmiş yazısını buradan da okuyabiliyorum. Altında, tan atımına düşmüş gücük ayazı gibi soluk duran adını da; İlbeyi Kömürcü! 

          Tahtaların arasında gümüşten bir örümcek iplikçiği sallanıyor. İplikçiğin bir ucu sende İlbeyi. Ona tutunup geçmişe uzanıyorsun. Sessiz ve soluk bir gölge gibi çekiliyorsun geriye o durduğun yerden. İki yanından akan suyu yaz kış uğurlarken nemlenmiş zemin toprağının yumuşaklığında yürüyüp diğer bölüme geçiyorsun; bir elinde gümüşten bir tarih iplikçiği. Ortada o paslanmış, yana devrilmiş eski sac soba, hemen yanında tahtaların çoğu, kırılmış o geniş seki, sobanın iki başında birinin bacağı ortadan kırık, diğerinin arkalığı çıkmış iki eski sandalye... Oyuncular yok! Sen yalnızsın orada. Sobanın içine kozalaklar, ağaç parçaları, tezek kırıkları doldurup yaksan şimdi... Ateş oturunca da '' Az sabredin; bir körük çayı yapacağım size'' diye seslenişini duysam. Sonra sokup elini isli çaydanlıkla birlikte tezek közüne, paslı sobanın içine,sayısız kez bardaklara boşalıp parasız pulsuz içilecek, işten çok dostluk tadan kan kırmızısı çayından sunsan. 

          Kulağın kirişte; geçmişten kalmış bir ayak sesi arıyorsun. Köyün tüm sahipsiz, anasız babasız kedi köpek yavrularının sığınağı olmuş kapında, onlarca yıllık bir minneti saklayarak acımasız zamandan, yaşanası tüm sevgilerin sıcaklığını soluyan o küçücük köpek yavrusu ''hev!'' diyecek sanki az sonra, ''hev! hev!''. Cizlaved lastiklerin bereketli kara toprağı, üstündeki, ot, çiçek örtüsünü yumuşacık okşayışını, Nazlı Bibi 'nin ayak seslerini duyacaksın.

          ''İlbeyi kardaş, bir atım çay, üç kırık şeker'' derken elindeki iki sıcak yumurtayı uzatacak sana. Ya da, Esko Dayı 'nın sudan geçerken çermenin içindeki kara taşlardan birinden ayağı kaydığından ıslanmış, yürürken ''cork cork'' eden kara lastikleri gelecek dükkana doğru. Yayladan köye, iki saatlik yolda, düğümlenmiş ak leçek içinde kutsal bir. emanet gibi taşınmış çeçil peynirinin kokusu güneşle birlikte düşecek açılan kapıdan içeri. ''İlbeyi, tart bakalım bizim köroğlunun peynirini... İki kalıp sabun,dört numara bir kandil şişesi, bir Iüks başlığı, iki fitil, bir litre gazyağı, bir peynir mayası alacam. Yetmezse...''  

          ''Yetmezse senin canının sağlığı Esko Dayı... Carurun sağlığı...'' diyeceksin hemen, o daha sözünü bitirmeden... Yeteceğini bileceksin çünkü. Peynirleri yetmese de komşularının dostluğu, arkadaşlığı onca yoldan gelmiş sesleri, gülen yüzleri yetecek sana. Peyniri kirletmeden gerideki büyük bakır kazanın içine, pazartesiye kasabaya pazar ,yerine gideceklerin arasına koyup Esko Dayı'nın istediklerini hazırlayacaksın. Bu arada bir bardak güneşli çayla bir avuç kara hurmayı da sunu olarak önüne koymayı unutmayacaksın. 

          Ah be İlbeyi... Boşuna dönüp duruyorsun içerde. Tahta raflarında ne bir kişmiş kırıntısı, ne bir incir eskisi, ne de çuval çuval sattığın o küçük kara hurmalardan bir avuç olsun yok. Ne Nazlı Bibi, ne Esko Dayı... Kocaman bir boşluk kaplamış loş karanlığın ve kör olası zamanın bizden çekip aldığı dükkanın içini.  

          Burda olduğumu biliyorsun ve bana sunacak bir şeyin yok.. Utanıyorsun. 

          Biliyorsun ki, kimse inanmasa da ben inanırım sana. .On yıllar önce hiç karşılığı bırakıp bunca taş yapıyı, köpekli, kedili kapıyı... Güneşi, ateşi, dumanı, suyu, söğüdü sensizliğe terk edip; gidip bir güneş görmez sokağında yittiğin büyük kent kenarlarından birinde, aç da kalsan, işsizde, susuz da yansan günlerce, sen hırsızlık yapmaz, başkasının malına el uzatmazsın. Bir dünya inansa, ben inanmam buna! Onca umutlarla okuttuğun oğlun Umut'la birlikte, Umut'un bir ay çalışıp iki ay işsiz kaldığı İstanbul 'un tahtakurularıyla bit ezmelerine, ucuz orospularla parasız turistlere kucak açmış yıkık otellerinden birinde,günlerden bir gün, her nasılsa yolu oraya düşmüş paralı bir turistin çantasını zorla alıp kaçtığımızı inanayım diye anlatmazlar zaten. Öyle laf olsun diye belki. Bana uzak duruşlarını, dostluğunu yitirmiş bakışlarını gizleyebilmek için arkandan atıp tutuyor köylülerimiz. Oğlunun yakalanıp bir yıldır kalabalık bir mapus damında yağsız ve ekşimiş karavanalar, adından bile yitirdiği umutlarla, iki ay sonraki bir mahkeme gününü daha beklediğini, sen yakalanmadığın için de duruşmaların hızlı gitmediğini anlatanların yüzlerinden yalan akıyor zaten. 

          Bir dünya inansa senin hırsızlığına, ben inanmam. Önümde duruyor bir çivisi kopmuş, yazılarında yıllan uzaklığını soldurmuş tahta dükkan levhası; ''DOĞRULUK PAZARI''... Altındaki kara harflerinde de puslanmış adın; İlbeyi Kömürcü. 

          Orda olduğunu biliyorum İlbeyi... Az sonra geleceğim yanına; satırlarında seni okuduğum kitabı bitirir bitirmez... Tahta levhanın çivilerini yenileyeceğiz önce. Yazısı öylece kalsın. Dostluğumuzun yılları, renkleri solsa da anlamları eskimemiş yazılarda okunsun. DOĞRULUK  PAZARI' ndan başka doğruluk kaldı mı dostum?

Ocak -Şubat 2002

 
 
 
Türkiye  Bakkallar  ve  Bayiler  Federasyonu
Talatpaşa Bulvarı No: 136 / 10   Cebeci  ANKARA
Tel: 0312 - 3196150     Faks: 0312 - 3196158
info@tbbf.org.tr